Perşembe, Kasım 12, 2009

MatemaTikçe Aşk


Ben hep seni hipotenüs gibi karşımda duracaksın sandım

Ama sen hep alt taban olup benden uzaklaştın.

İç açılarımızın toplamı bir üçgen gibi 180 eder sandım.

Ama sen hep bir yamuk gibi karşımdaydın.

Üçgenleri çok seviyorum çünkü seni seviyorum.

Günlerce dolaştım üçgenlerde yamuklarda

Yuvarlaklarda denklemlerde ve problemlerde

Seni bulamadım

Ali ile Ayşe’nin yaşını topladım.

Ahmet’in yaşının yarısına böldüm ama sen yoktun.

Sırf senin için belediye otobüslerine bindim.

İnenleri çıkardım binenleri topladım.

Hatta işlemin tam tersini bile yaptım ama sen yine yoktun.

Değerler verdim

“x” dedim “y” dedim “z” dedim olmadı

“G” dedim bir zaman görmedim gelmedin.

Hayır… Bizim üçgenden geçen bir “x” le mektupta mı gönderemezdin.

Yeni bir şey öğrendim… ∏ sayısının değeri 314’müş.

İnan ki gözümde ∏ sayısı kadar değerin kalmadı.

Yeni bir kız arkadaşım var; bir kare kökün içerisinde mutlu.

Ve güzel bir şekilde yaşıyoruz.

Hiçbir sayının hiçbir karenin ve hiçbir küpün bizi dışarıya çıkaramayacağı

Bir kara kökün içerisinde.

Sana yamuklar ile mutluluklar diliyorum.

5 top...


Hayatin havaya attığımız 5 topla oynanan bir oyun olduğunu
düşünelim: Bu toplar;
İşimiz,
Ailemiz,
Sağlığımız,
Dostluklarımız
Ve benliğimizdir.

Bu 5 top içinde bir tek "isimiz" lastik bir toptur. Düşünürsek
zıplatabiliriz. Ancak diğer 4 top camdan yapılmıştır. Düşerse
kırılır, yerine konulamazlar. Bunu fark etmeli ve hayatimizi bu
dengeye göre kurmalıyız. Oysa hepimiz o ilk lastik topu tutabilmek
uğruna diğerlerini kırıp dökmüyor muyuz?

Cennet ve Cehennem...

Adam ve hayattaki tek arkadasi olan köpegi bir kazada birlikte
ölmüslerdi... Gökyüzüne çiktiktan sonra bembeyaz bulutlarin arasinda
dolasmaya basladilar... Adam çok susamisti...
Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini
muhtesem bir manzaranin karsisinda buldular..
Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altindan yapilmis bir bahçe kapisi
ve onlari karsilayan beyazlar içinde bir kadin...
Adam köpegiile birlikte kadina yaklasti ve sordu:
Affedersiniz... Burasi neresi?''
Kadin ona gülümsedi:
"Burasi Cennet, efendim".
Adam bunun üzerine sevinçle
"Harika...!!!" dedi.
"Peki bana biraz su verebilir misiniz? Gerçekten çok susadim"....
Kadin cevap verdi: "Tabi efendim, içeri girin... içeride dilediginiz kadar
su bulabilirsiniz....."
Böylece adam köpegine döndü, "Hadi oglum içeri giriyoruz" diyerek kapiya
yürüdü... ama kadin onu birden durdurdu:
"Üzgünüm efendim, köpeginiz sizinle gelemez... hayvanlari içeri
almiyoruz..." Bunun üzerine adam bir an durdu, düsündü ve geri dönüp
köpegiyle birlikte geldikleri yolun tam tersi yönünde yürümeye
koyuldular....
Bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda
buldular ve yolun sonunda karsilarina çiftlik girisini andiran bir kapiyla
yirtik pirtik elbiseli bir dede çikti...
Adam sordu:"
Affedersiniz.... bana biraz su verebilir misiniz??"
Dede "içeri gel" dedi...
"kapidan girdikten sonra sag tarafta bir çesme var...."
Adam sordu: "Peki arkadasim da benimle gelip oradan içebilir mi?"
Dede " Tabii..." dedi. "çesmenin yaninda köpeginin de su içebilecegi bir
kase bulacaksin..."
Bunun üzerine adam kapidan girdi...biraz yürüdükten sonra sag tarafta
çesmeyi buldu.... Adam çesmeden köpek de oraciktaki kaseden doya doya
içerek
susuzluklarini giderdiler....
Derken adam geri giderek giriste bekleyen dedeye sordu:
"Su için çok tesekkür ederim... Peki burasi neresi..?"
Dede "Burasi cennet" dedi.
Bunu duyan adam sasirdi:
"Ama nasil olur...? az önce burasi gibi kirik dökük olmayan muhtesem bir
yere gittik ve orasinin da Cennet oldugunu söylediler..."
Dede "su rengarenk çiçeklerle süslü altin kapili yer mi?" dedi... " ama
orasi Cehennem.."
Adam iyice sasirmisti: "Peki ama orasi sizin adinizi kullanarak insanlari
kandiriyor diye hiç kizmiyor musunuz..??"
Dede gülümsedi:
"Kizmiyoruz...çünkü onlar kendi çikari için en iyi arkadasini yari yolda
birakanlari Cennet'ten uzak tutuyorlar....''

Guldugunde GuzelleŞmeyen Tek Bir Yuz Gormedim..,


Bundan 20 yıl sonra , yaptıkların değil yapamadıkların için üzüleceksin.

Dolayısıyla halatları çöz.Limandan uzaklara yelken aç. Rüzgarı yakala,araştır,düşle,keşfet. Yapabileceğin kadar söz ver. Sonra Söz verdiğinden daha fazlasını yap. Oturarak başarıya ulasan tek yaratık tavuktur.

Dalın ucuna gitmekten korkma. Meyve oradadır.

Günün sonunda kendini bir sokak köpeği kadar yorgun hissediyorsan, bu belki bütün gün hırladığın içindir. Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin. Şimdi başla!. şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla.

Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim.

Kimi zaman içindeki sessiz sese uzmanlardan daha fazla güven.

Aerodinamik yasalarına göre , o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu Ona hiç kimse söylemedi ki,uçuyor.

Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar sonunda, en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.

Öteki insanlardan daha akıllı ol. Yalnız bunu onlara söyleme!

Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir.

HAYATTA YA TOZU DUMANA KATARSIN , YA DA TOZU DUMANI YUTARSIN.

İyi çalışan, sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder.

İnsanın tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır:

KENDISI...

Eylül'ün Nisan'a Aşkı

Eylülün bir derdi vardır. O, nisana sırılsıklam aşıktır ve işi gücü baharın nazlı kızını düşünmektir. O savrukluğu, kararsızlığı da bu yüzdendir. Eylülle nisan arasında gizli bir aşk sürüp gitmektedir. Bütün dertleri birbirlerine kavuşmaktır; ama bunun olmayacağı bellidir. Ne yapar nisan? Tabiatın cıvıl cıvıl canlanışı, insanların, yüreklerinde bir kıpırtıyla yollara dökülüşü, çevrenin insanı deli edercesine güzelliğe bürünüşü hep onunla gelmiyor mu? O da insanların içine yaşama sevinci doldurur, çevreye bakma, yeniden dirilişi görme yeteneği verir gözlere. Sonra bitkilere can suyu yürür, ağaçlar durur. Çiçekler rengini ondan alır. İnsana, ağaca, çiçeğe ve dağlardan kopup ırmaklara akan kar sularına gizliden gizliye aşkını işler nisan. Haydi, der. alın benim sevdamı eylüle götürün. Ve sabırsız bir bekleyişe koyulur sonra…

Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Yaz gelince yapraklar kavrulmasın, insanların yüreklerindeki sevinç eksilmesin diye dua eder nisan. Çünkü sevdasını taşıyan yalnız onlardır. Sonra eylül gelir. İnsan, ağaç, çiçek ve su emaneti teslim ederler sahibine. İşte eylülün bütün şaşkınlığı bundandır. İnsana bir naiflik üfleyişi, neşeli yağmurlarla gelişi, caddeleri, bağ ve bahçeleri belki okulları cıvıl cıvıl dolduruşu bundandır. Ama olan ağaçlara olur. Onlar nisanını sevdasını getirip teslim etmenin yorgunluğuyla yapraklarını bırakıverir rüzgarlara.

Peki, eylül ne yapar bundan sonra? Bütün bu olanlar; güneşin bir açıp kayboluşu, bu kesik kesik yağmurlar, hep aşkın dizlerde derman bırakmayışındandır. Önde zorlu bir kış ve tam altı ay vardır. Sevgiliye ulaşmanın bir yolu olmalıdır. Eylül de aynı yolu seçer. Der ki insanlara: “Bakın, yazın miskinliğinden, yakıcı sıcaklarından kurtardım sizi. Sevecek ne kadar çok şey var etrafınızda… kendinizi şehrin kıyılarına, ormanlara vurun. Bereket ve aşk ayıyım ben, der. Kışa girmeden tabiatı bir daha yoklayın, tadın bütün yemişlerinden. Benim uçuk güneşimde son defa ısıtın içinizi. Güneşi, sevincinizi, ümitlerini doldurun yüreğinize. Kış gecelerini, soğuk ve güneşsiz günleri bu sevinçle bir çırpıda geçin. Bahara ve sevgilime ulaşın. Ona ulaştırın sevdamı.” Çiçeklerin tohumuna, meyvelerin çekirdeğine, anlaşılmaz bir heyecanla akan sulara söyler bunları. İnsanlara söyler. Onlar da bir kış taşırlar içlerinde bu sevdayı. Kış biter bitmez tohumlar, çekirdekler, su ve insan dayanamaz bu aşkın ağırlına, ortalığı çığlık çığlığa bir neşeye verirler. İşte baharın gelişi böyle olur.

Nisanla dünyanın yeniden dirilişi, tutup bizi delicesine hayata bağlayışı, bu aşkın sevinci ve baharın teşekkürüdür. Düşünün bir kere, bu aşk olmasaydı hayatımızın tadı tuzu kalır mıydı? Soğuk ve karanlık kış günlerini, boğucu, kavurucu yazı nasıl geçirirdik? İşimiz hep eylülü ve nisanı beklemekle kolaylaşıyor. Ah, bir bahar gelse, diyoruz; eylülün serinliğine ulaşsak, diyoruz. Aslında biz, bir aşkın salıncağına binmiş, gidiyoruz. Bir sevdanın çemberine yerleşmiş, dönüyoruz. Her şey o aşkın ürünü. Mevsimlerin, ayların, gündüzle gecenin birbirine olan aşkı… Tohumun hayat bulma sevdası, ağacın yeşillenme sabırsızlığı. Bizi yaşatan budur. Aşk herşeyi hoş göstermeye yetip artar.



Aşkın dili, kelimelerden ve onların yüklü olduğu anlamlardan çok ötedir.
Aşkın başka bir dili, başka bir lisanı vardır.
Sağır olan bir kalb ‘aşka dair bir şeyler söyle’ dediğinde
Sessiz kalmaktan başka ne yapabilirim!
Kalbi aşığın dünyasından haberdan olan kimse
Sadece İyiliğin ve Aşkın fısıltılarını duyar
Aşk sıradan insanın bilmediği dilde konuşur
Boş lafları baş ağrılarıyla birlikte arkasında bırakır.
Aşkı inkar eden hiç kimse bu dili anlayamaz
Söyleyebileceğimiz hiçbir şey onun kalbini harekete geçirmeye yetmeyecektir.
Aşkın iyiliğinin yolunda boş söz yoktur.

Pazar, Ekim 11, 2009

problemlere odaklanmak ile çözümlere odaklanmak arasındaki fark‏ (:


Durum 1: NASA uzaya astronot gönderdiğinde tükenmez kalemlerin yer çekimi olmayan ortamda çalışmadığını fark etti (yerçekimi olmadığı için mürekkep kağıdın üzerine akmıyordu).
Çözüm 1: Bu problemin çözümü NASA'ya ilave 12 milyon dolara mal oldu. Öyle bir tükenmez kalem ürettiler ki bu kalem yerçekimsiz ortamda, yukarı yönde, suyun altında ve sıfırın altında 300 C 'ye kadar olan sıcaklıklarda yazı yazmaya olanak sağlıyordu.
Çözüm 2:
Peki Ruslar ne yaptı...?? Kurşun kalem kullandılar. )


Durum 2:Japon yönetim sistemindeki en hatırda kalır çalışmalardan bir tanesi Japonya'daki en büyük kozmetik firmalarından birinde yaşanan boş sabun kutusu problemidir. Müşterilerden birisi firmaya, aldığı sabun kutusunun boş olduğu konusunda şikayette bulunmuştur. Yetkililer hemen, üretilip paketlenen sabun kutularını sevkiyat birimine gönderen hattı izole ettiler. Bu sırada bir şekilde bir sabun kutusunun hattan içi boş şekilde geçtiği tespit edildi. Yönetim, mühendislerine problemi çözmesi için talimat verdi..

Çözüm 1: Mühendisler iki kişi tarafından kullanılan yüksek çözünürlükte bir X-ışını cihazı tasarlamak için ciddi uğraş verdiler. Bu sayede hattan geçen bütün sabun kutuları izlenebilecek ve boş olmadıklarından emin olunacaktı.

Çözüm 2: Küçük bir şirketteki sıradan bir isçi aynı problemle karşılaştığında, X-ışını vb karmaşık şeylerle uğraşmadı, onun yerine farklı bir yol buldu. Güçlü endüstriyel bir elektrikli vantilatör alarak hatta doğru yöneltti. Vantilatörü açtığı anda dolu olan kutular hattan geçerken boş olanlar hattın dışına doğru savruldu.
 


Buradan çıkarılacak dersler


- Her zaman basit çözümler arayın
- Problemleri çözmek için mümkün olan en basit çözümü tasarlayın
- Her zaman çözüme odaklanın.

Salı, Ekim 06, 2009

Mutluluğa dair..,

    İnsanlar, gerçekten farklı farklı. Görünüşleri olduğu kadar, karakterleri de aynı değil. Hepsinin olaylara bakış açısı farklıdır. Kibirlisi var, mütevazısı var. Tutumsuzu var, cimrisi var. Mutlusu var, mutsuzu var. Mutlu ve mutsuz insanlardan bahsetmek istiyorum. Mutluluk sadece kediliğinden başınıza gelen iyi bir olayla elde edilmez. Mutluluğu aynı zamanda kendiniz de yaratırsanız. Kimi insanlar vardır; en kötü günlerinde bile gülümserler. Kendi sorunlarıyla başkalarını üzmemek için, o sevimli gülümsemelerini en mutsuz anlarında bile yüzlerine yerleştirirler. Mutlu olduklarında mutluluklarını herkesle paylaşırlar. Gülücükleri ile çevresindeki insanları da güldürürler. Ufak tefek problemlerle karşılaşınca suratlarını asmazlar. Sevinçlerini daha da genişletmek için ellerinden geleni yaparlar. Öyle insanlar vardır ki, yüzlerinden düşen bin parça olur. Kendileri mutsuz oldukları gibi, etrafındakileri de üzerler. Güzel bir olay olunca, sevinmek yerine "Niye daha güzel olmadı?" diye sinirlenirler. Kötü bir olay olduğunda "Daha da kötüsü olabilirdi." demek yerine "Bütün kötü, çirkin olaylar beni bulur." diye yakınırlar. Anlamıyorum. Mutlu olmak onların da ellerinde olduğu halde niye bile bile kendi dünyalarını karartıyorlar? Niçin bir damla göz yaşını bir tutam tebessüme tercih ediyorlar? Böyle mutsuz olmak onlara ne kazandırıyor? Kazandırdığı bir şey yok ama kaybettirdiği bir çok şey var. Mutsuz olunca işlerinde başarılı olamazlar. Çevrelerindeki insanları üzerler. Sorunlarına ortak olmak isteyenleri tersler ve dostlarını kaybederler. Çevrelerindeki insanlar yavaş yavaş çekilirler. Bir de bakarlar ki yapayalnız kalmışlar. Başka kimsenin olmadığı bir dünyada, yalnızlığın da verdiği acıyla daha da mutsuz olurlar. Gülmek nedir unutmuşlardır artık. Size sesleniyorum, dünyalarını iğrençleştiren mutsuz insanlar! Dünyanızı yeniden kurmaya ne dersiniz? Bırakın siyah boyaları artık. Ellerinizdeki fırçaları pembe boyalara daldırın. Dünyanızı yeniden boyayın. Siyahın üstüne pembeyi işleyin, kalbinizle umutlarınızla, gülücüklerinizle, sevincinizle! Bir mücadeleye başlayın. Mutlu olma mücadelesi... Bağlandığınız zincirleri kırın. Açın dünyanızın kapılarını mutluluğa, ışık sokun kalbinize. Ümitsizlik ve mutsuzluk içinde karanlığa gömülmeyin. Ben her şeye rağmen diyorum ki küçük şeylerle mutlu olmasını bilmek gerek. Aksi takdirde hayat çekilmez olur.

Neden Esniyoruz ?



Sadece uykusu olduğu veya aşırı yorulduğu için esnemiyor insan. İnsanlarda esnemenin anne karnında 11. haftada başladığını ifade eden uzmanlara göre esnemenin nedeni kandaki oksijen oranıyla ilgili:

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Aksu, esnemenin kandaki oksijen oranının düşmesi sonucu ortaya çıktığını söyledi.

Aksu, yaptığı açıklamada, esnemenin yalnızca insanlara özgü olmadığını, kuşlar ve memeliler ile bazı sürüngenlerin de esneyebildiğini belirtti.
İnsanlarda esnemenin anne karnında 11. haftada başladığını ifade
eden Aksu, şu bilgileri verdi: ''Vücudun oksijen gereksinimi koşullara bağlı olarak gün içinde
değişir. Oksijene özellikle beyin, kalp kası ve çizgili kaslar ihtiyaç
duyar. Kandaki oksjien oranının düşmesi sonucu da esneme ortaya çıkar.
Başka bir deyişle organizmanın artan oksijen ihtiyacı esneme ile
karşılanır. Direk olarak uyku ile ilişkisi vardır, ancak uykuyu
bastırmak ve beyni uyanık tutmak için ortaya çıkan fizyolojik bir
olaydır.''

Doç. Dr. Aksu, beyinde esnemeyi düzenleyen merkezin hipotalamusta
yer aldığını belirterek, hipotalamusun duyguların dışa vurumunda
önemli bir merkez olduğunu bildirdi.

Bunun esnemenin duygularla olan ilişkisini de açıkladığını ifade
eden Aksu, can sıkıntısında, durağan durumlarda hipotalamusa ulaşan
bilgilerin esnemeyi sağladığını anlattı.

Aksu, esneme sırasında çizgili kasların, yüz kaslarının, diyaframın ve kaburgalar arasındaki kasların gerildiğini, bunda istemli hareket merkezinin rol oynadığını belirtti.
Organizmanın oksijen ihtiyacı karşılamak için esnemenin
bastırılmaması gerektiğini dile getiren Aksu, esnemenin sosyal
nedenlerle kabul edilebilir düzeylerde bastırılmasının sakıncasının
olmadığını ifade etti.
 

Sokrates'in Üçlü Filtresi...


Eski Yunanda, Sokrat, bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün bir tanıdık, büyük filozofa rastladı ve dedi ki:
-Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?
-Bir dakika bekle diye cevap verdi Sokrat…
-Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor.
-Üçlü Filtre ? dedi adam.
-Doğru diye devam etti Sokrat. Benim arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre, iyi bir fikir olabilir. Bu ona 3 Filtre dememin sebebi…
         -Birinci Filtre “Gerçek Filtresi”.. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?
         -“Hayır” dedi adam. Aslında bunu sadece duydum ve…
         -“Tamam” dedi Sokrat. Öyleyse sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.
Şimdi ikinci filtreyi deneyelim. “İyilik Filtresi”ni… Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
-“Hayır, tam tersi” dedi adam.
-“Öyleyse” diye devam etti Sokrat. Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunu doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı: “İşe Yararlılık Filtresi”.. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
-“Hayır, gerçekten değil” dedi adam.
-“İyi” diye tamamladı Sokrat. Eğer bana söyleyeceğim şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana niye söyleyesin ki?...

Eğer


Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;
Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;
Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;
Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,
Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;
Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;
Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;
Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;
Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;
Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;
Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;
Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası
sen bir İNSAN olursun

Uçurum


Gece yarısıydı. Arabadaydım. Radyo Maydonoz'da Selim gazete köşelerinden internete yayılmış bir öykü­yü anlatıyordu. Kulak kesildim:


"Bir sonbahar günü Londra'daki doktor muayenehanesinin bekleme odasında otu­ran adam, yaprakların dökülmesini hüzün­lü bir gülümsemeyle seyrediyordu. Biraz sonra muayene odasında doktor, teşhisi açıkladı kendisine:


'- Bay Winkelman, beyninizde bir ur var. Hemen ameliyat olmalısınız.'

Yüz hatları gerildi Winkelman'ın:

'- İngiltere'de bu ameliyatı yapabi­lecek doktor var mı' diye sordu.

'- Amerika'da yaşadığınıza göre orada olmanızı öneririm' dedi doktor; 'Zaten sizi ameliyat edebilecek tek operatör olan Charles Wronkow da orada yaşıyor.


Winkelman teşekkür edip ayrıldı. Ote­le giderken derin derin düşünüyor ve yere dökülen yaprakları ayaklarıyla yavaşça iti­yordu.

Birkaç gün sonra gazeteler tanınmış Amerikalı operatör Charles Wronkow'un İngiltere'de tatilini geçirirken intihar ettiği haberini verdiler.

Polis, böyle tanınmış bir doktorun ne­den Wilkelman adı altında, Londra'nın yoksul bir mahallesindeki otelde kaldığını merak ediyordu."

* * *


Bu öyküyü dinlediğim gecenin sabahın­da gazeteler Reve Favaloro'nun intihar haberini duyurmuşlardı.


Favaloro, 1967'de bulduğu by-pass yöntemiyle kalp ameliyatlarında bir çığır açan ve milyonlarca hastayı kurtaran Ar­jantinli cerrahtı. Buenos Aires'teki muhte­şem villasında kalbine sıktığı tek kurşunla son vermişti hayatına...


Milyonların kalbine giden kanalları açan bir insanın, kendi yüreğindeki tıkanmaya deva bulamaması ve sonunda onu kurşun­layarak susturması ne trajik bir final!..


Bütün bir salonu gülmekten kırıp geçir­dikten sonra çekildiği makyaj odasında ses­sizce ağlayan bir palyaço gibi... Çevremize yaydığımız ışıktan biz nasiplenemeyiz çoğu zaman... insanın sözü geçmez, gücü yetmez ba­zen kendine...


En güzel aşk filmlerinde oynayan kadın, alabildiğine mutsuzdur bakarsanız...


Diline doladığı herkesin iç dünyasını ka­lemiyle didikleyen yazar, kendi içindeki keş­mekeşi tariften acizdir.


Cemaate iman telkin ederken içten içe Tanrı'yı sorgulamaya başlamış bir din ada­mı kadar çaresiz, kıvranır insan...


Yalnızlık korkusunu bastırmak için ömrü boyunca sayısız kadına tutulmuş bir Kazanova'nın sonunda anavatanı yalnızlığa dönmesi,


...ya da cehennemi bir cephede gün bo­yu askerlerine cesaret aşılayan kumandanın gece karargahta korkudan titremesi gibi,


...en yakından tanıdığı zaafı, en güven­diği yanına yakıştıramaz insan:


...ve kendini en bildiği yerinden vurur: Kalpse kalp; beyinse beyin...


...bir kurşunla durur.

* * *

Çünkü en beteridir kendisiyle savaşan­ların, kendine yenilmesi...


İnanmadan din adamı olarak kalamaz­sınız; sevmeden aşık rolü oynayamaz, cesa­retsiz savaşamazsınız; beyninizde bir urla beyinlere deva, kalbinizde kanayan bir ya­rayla kalplere şifa taşıyamazsınız.


Bu kuşatmayı yarmak için o "zaaf"ları­nızı yok etmek zorundasınızdır; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına...


insan, kendine rağmen gider o zaman...gençliğinde nice cana kıydığı kılıcının üzerine karnıyla yatıveren yaşlı bir Samuray savaşçısı ya da intihar için artık hükmedemediği tanıdık bir mikrofonu seçen Zeki Müren gibi, ölümü beklemeden onun kol­larına koşar.


Bazen uluorta, bazen yapayalnız,


...uçsuz bucaksız bir boşluğa akar...


Malum; "uzun süre uçuruma bakar­san, uçurum da senin içine bakar."



Başarının sırrı...


Günlerden birgün kurbağaların yarışı varmış.Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış.Bir sürü kurbağa, arkadaşlarını seyretmek için toplanmış.Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasından birçok kişi yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş.Sadece şu sesler duyuluyormuş: ''Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!'' Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar.İçlerinden sadece biri inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış: ''Zavallılar Hiçbir zaman başaramayacaklar!'' Sonunda bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. 

Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş: ''İmkânsızı nasıl başardın?'' 

O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış! 

OLUMSUZ DÜŞÜNEN İNSANLARI DUYMAYIN! ONLAR KALBİNİZDEKİ ÜMİTLERİ ÇALARLAR!

Kusurlarımız


Hindistan'da bir sucu, boynuna astigi uzun bir sopanin uçlarina taktigi iki büyük kovayla su tasirmis. Kovalardan biri çatlakmis. Saglam olan kova her seferinde irmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarisini eve ulastirabilirmis. Bu durum iki yil boyunca her gün böyle devam etmis. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmis.
Saglam kova basarisindan gurur duyarken,
zavalli çatlak kova görevinin sadece yarisini yerine getiriyor olmaktan dolayi
utanç duyuyormus. Iki yilin sonunda birgün çatlak kova irmagin kiyisinda sucuya
seslenmis.
"Kendimden utaniyorum ve senden özür dilemek istiyorum."
"Neden?..." diye sormus sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." Kova cevap vermis.
"Çünkü iki yildir çatlagimdan su sizdigi için tasima görevimin sadece yarisini
yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayi sen bu kadar çalismana ragmen,
emeklerinin tam karsiligini alamiyorsun." Sucu söyle demis.
"Patronun evine dönerken yolun kenarindaki çiçekleri farketmeni istiyorum."
Gerçekten de tepeyi tirmanirken çatlak kova patikanin bir yanindaki yabani
çiçekleri isitan günesi görmüs. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarisini
kaybettigi için kendini kötü hissetmis ve yine sucudan özür dilemis. Sucu kovaya
sormus.
"Yolun sadece senin tarafinda çiçekler oldugunu ve diger kovanin tarafinda hiç
çiçek olmadigini farkettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve
ondan yararlanmamdir. Yolun senin tarafina çiçek tohumlari ektim ve hergün biz
irmaktan dönerken sen onlari suladin. Iki yildir ben bu güzel çiçekleri toplayip
onlarla patronumun sofrasini süsleyebildim. Sen böyle olmasaydin, o evinde bu
güzellikleri yasayamayacakti."

Hepimizin kendimize özgü kusurlari vardir. Hepimiz aslinda çatlak kovalariz.
Tanri'nin büyük planinda hiçbir sey ziyan edilmez. Kusurlarinizdan korkmayin.
Onlari sahiplenin.. Kusurlarinizda gerçek gücünüzü buldugunuzu bilirseniz eger,
siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz.

Arkadaş...


Kötü karakterli bir genç varmış.
Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
" Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer
bu tahtaperdeye bir çivi çak" demiş. Genç, birinci (ilk) günde
tahtaperdeye 37 çivi çakmış. sonraki haftalarda kendi Kendine
kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış

Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş.
Babası Onu yeniden tahtaperdenin önüne götürmüş. 


Gence "bugünden başlayarak Tartışmayıp kavga etmediğin her gün için
tahtaperdelerden bir çivi çıkar (sök)" demiş. Günler geçmis.
Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi davrandın
ama bu tahtaperdeye dikkatli bak. çok delik var. Artık geçmişteki gibi
güzel olmayacak" demiş. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü
kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır.
Arkadaşına bin defa kendisini affettigini söyleyebilirsin ama bu delik
aynen kalacak(kapanmayacak). 

Bir arkadaş ender bir mücehver gibidir.
Seni güldürür yüreklendiren ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur
seni dinler sana yüreğini açar" demis

Salı, Eylül 29, 2009

Bir Kutu Dolusu Yaşam Gönderiyorum Sana


Bir kutu dolusu yasam gönderiyorum sana, sade bir kurdeleyle süslenmis. Çöz kurdeleyi ve kaldir yavasça
kutunun kapagini...
Kocaman bir firça ve bin renk koydum kutuya bir cennet resmi yapip içine gir diye... Düsler serpistirdim
gizlice, düs kurmayi
unutma diye. Bir tanede elma sekeri yerlestirdim, içindeki çocugu yeniden tadabil diye... Günesin batisini,
billur suyun sesini,
kirmiziyi gelinciklerin safligini, taze ekmegin kokusunu ve bir gülümsemenin sicakligini da sigdirdim. Ruhlarimiz
aç kalmasin
diye... Kutuya biraz da sevecenlik koydum, güçlü ol diye, çünkü acimasiz olan güçsüzdür.
Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu
kutuya, barisi ve özgürlügü sunmak için.... Bir buket sevgi, bir yudum ask ve yarim bir elma da
koymadan edemedim. Paylasmayi
animsayalim diye... Sevdiklerimize onlari sevdigimizi söylemek için yarini beklemeyelim. Hemen simdi bunu yapalim
diye...
Içtenligi, umudu neseyi, bagislayiciligi, özgüveni ve açik yürekliligi unutmadim, "Ben" in disina
çikip bize ulasabilelim
diye... Son olarak da bir kart ilistirdim kutuya bak bu kartta neler yaziyor. Bu kutunun kapagini her kaldirisinda yasamla
ilgili yepyeni seyler kesfedeceksin. Yasamak için yarini bekleme, al yasami kollarinin arasina ve simsiki saril yasamdan
yalnizca
almak yerine ona bir seyler ver. Kisacasi bütünüyle "Insan" ol. Unutma (!) yasam dokumasi henüz tamamlanmamis,
olaganüstü
güzellikte bir duvar halisidir ve sana ait olan boslugu yalniz sen doldurabilirsin. Kimseyi kirmamak ve üzmemek
sartiyla istedigin
her seyi dene .. bir gün sonsuzlugun bulutlarina oturdugunda ne aklin kalsin ne de kirik bir yürek....

Beynin Gücü

Nick adında bir demiryolu işçisinin öyküsü bu.. Nick, güçlü, sağlıklı bir işçi.. Manevra sahasında çalışıyor... Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini mükemmel yapan güvenilir bir insan.. Ne var ki, kötümser biri O.. Her şeyin en kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden hep korkar.. Bir yaz günü, tren isçileri ustabaşının doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılırlar.. Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan soğutucu bir vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır... Kapı yalnızca dışardan açılıp kapandığından içeride kilitli kalır.. Nick, kapıyı tekmeler, bağırır ama sesini kimseye duyuramaz. Nick burada donarak öleceğinden korkmaya başlar. "Eğer buradan çıkamazsam, burada kaskatı donacağım" diye düşünmeye baslar.. İçeride yarısı yırtılmış bir karton kutunun içine girer. Titremeye baslar... Eline geçirdiği bir kağıda, karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: "Çok soğuk! Bedenim hissizleşmeye başladı! Bir uyuyabilsem! Bunlar benim son sözlerim olabilir." Ertesi gün soğutucu vagonun kapısını açan isçiler, Nick'in donmuş bedenini bulurlar. Yapılan otopsi, O'nun donarak oldugunu gösterir! Bu olayı olağanüstü yapan nedir biliyor musunuz?... Soğutucu vagonun soğutma motoru bozuk ve çalışmıyordur aslında!... Vagonun içindeki ısı da 18 santigrat derecede idi. Ve vagonda bol bol hava vardı!.. Nick'in korkusu, kendini gerçekleştiren kehanet olmuştu! Çünkü Nick kendini donacağına hipnozlamıştı adeta!.. İşte bu beynin müthiş gücüdür!

İyi veya kötü.... Her iki durumda da kullanmak, onu programlamak bizim elimizde! Netice olarak insanları müspet manada meselelere motive edebilirsek her şey yapılabilir......

Bir Otomobil 80 KM/H Sabit Hızla Duvara Çarparsa ?

BİR OTOMOBİL 80 KM-H SABİT HIZLA DUVARA ÇARPIYOR.


İŞTE OLAYIN GELİŞİMİ...


- Çarpışmadan 26 milisaniye sonra ön tamponlar araca gömülür.


- Araç kendi ağırlığının 30 kati kadar bir kuvvetle frenlenir.


- sürücü ve yolcular kemer ile bağlı değillerse 80 km sürat ile araç içinde harekete devam ederler.


- 39 milisaniye sonra sürücü koltuğuyla beraber 15 cm öne doğru fırlamıştır.


- 44 milisaniye sonra sürücü göğüs kafesiyle direksiyona çarpar.


- 50 milisaniye sonra araç ve içindekiler üzerinde etkiyen yavaşlatıcı kuvvet 80 G ye ulaşır (yani kendi ağırlıklarının 80 kati büyüklükte bir kuvvet üzerlerinde etkir)


- 68 milisaniye sonra sürücü 9 TONLUK bir kuvvetle gösterge paneline çarpar.


- 92 milisaniye sonra sürücü yanındaki yolcuyla beraber ayni anda kafasını ön cama çarpar,yolcu bu çarpmayla kafasına ölümcül bir darbe alarak camdan dışarıya fırlar.


-100 milisaniye sonra direksiyon tarafından tutulan sürücü tekrar aracın içine düşer,o anda ÖLMÜSTÜR.


- 110 milisaniye sonra araç yavaşça geriye çekilmeye baslar.


- 113 milisaniye sonra sürücünün arkasında oturan yolcu sürücü seviyesine yükselir ve kafasıyla sert bir darbe yapar ayni anda kendiside ölümcül bir darbe almıştır.


- 150 milisaniye sonra tekrar sessizlik egemen olur cam,çelik,plastik parçaları yere düşer.


- 200 milisaniyeden daha kısa bir süre içerisinde her şey biter.


- Ortaya çıkan enerji inanılmazdır.80 km/h hızda ortalama 1 ton ağırlığındaki bir otomobili 30 metre yukarıya fırlatabilir.






LÜTFEN OTOMOBIL HAREKET ETMEDEN ÖNCE EMNIYET KEMERINI TAKIN.

Fıkra : Dilsiz tercüman



Mafya babasi haraçlarini toplamasi için yeni bir tetikçi buldu. seçtigi adam sagir ve dilsizdi. Çünkü baba, bu tetikçi yakalanirsa polise fazla bir sey anlatmasi mümkün olamaz, diye düsünüyordu. Baba, bir gün ödemelerin geciktigini fark etti ve tetikçiyi odasina aldirtti, bir de isaret dilini bilen tercüman buldular. 
Tercüman isaretle sordu: 

- 'Para nerede?' 
Sagir dilsiz isaretle yanit verdi: 
- 'Ne parasi? Benim paradan maradan haberim yok. Neden bahsettiginizi anlamiyorum.' 
Tercüman tercüme etti: - 'Neden bahsettiginizi anlamiyormus.' 
Baba 38'ligi koltuk altindan çekip sagir dilsizin beynine dayadi: 
- 'Simdi sor bakalim, para nerede.' 
Tercüman isaretle sordu: 
- 'Para nerede?' 
Sagir-dilsiz kan ter içinde isaretle yanit verdi: 
- 'Sehir merkezindeki parkta, büyük heykelin oldugu kapidan girince soldan 3. agacin kovugunda yüz bin dolar var.' 
- 'Ne söyledi?' dedi Baba. 
Tercüman yanitladi: 
- 'Dedi ki, hala neden bahsettiginizi anlamiyormus, ayrica o tetigi çekmek de biraz g.. istermis.'

Bir aŞk hikayesi...





















10. Sinif


Ingilizce dersinde yanimda bir kiz oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadasim' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarina bakip onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalkti ve geçen gün sinifta olmadigi için o günün notlarini istedi ona notlari verirken bana tesekkür etti ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


11. Sinif


Telefonum çaldi, arayan oydu ve agliyordu bana askin nasil kalbini kirdigini anlatti, beni evine çagirdi, yalniz kalmak istemedigini söyledi, bende tabiki gittim, koltuga, onun yanina oturdum, güzel gözlerine bakmaya basladim ve onun benim olmasini diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi basladi ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her sey için tesekkür etti ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Son Sinif


Mezuniyet balosundan bir gün önce yanima geldi ve "çiktigim çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çiktigim biri yoktu ve 7. sinifta birbirimize söz vermistik eger çiktigimiz biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadas" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o aksam çok güzeldi, her sey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapisinin önüne kadar biraktim, kapinin önünde ona baktim o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek bakti. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum, bana "hayatimin en güzel zamanini geçirdigini" söyledi ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çatti...


Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çikarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanima geldi ve aglayarak bana sarildi sonra basini omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadasimsin, tesekkürler" deyip yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Aradan yillar geçti...


Bir kilisedeyim ve o kizin nikahini izliyorum... evet artik evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatina girmesini izledim, baska bir adamla evli olarak. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Yeni hayatina girmeden önce yanima geldi ve "nikahima geldin tesekkürler" deyip yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Yillar çok çabuk geçti...


Su an benim bir zamanlar en iyi arkadasim olan kizin tabutuna bakiyorum, esyalari toplanirken lise yillarinda yazdigi günlügü ortaya çikti... Hemen günlügünü aldim ve günlükte okudugum satirlar söyleydi...


"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasini diledim... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum... Keske bana beni bir kez sevdigini söyleseydi..."

Umursadığım insanlara


       Michael herkesin imrendiği biriydi. Her zaman neşeliydi ve çevresine hep olumlu seyler söylerdi. Birisi ona nasıl olduğunu sorduğunda:
-Daha iyi olamazdım diye
yanıtlardı.
 

       Doğal bir motivatördü. Eğer çalışanlardan birisi işyerinde kötü bir gün geçirmişse, Michael Ona, durumun olumlu taraflarına bakmasını söylerdi. Michaelin bu tarzı beni çok meraklandırdı, ve bir gün Michaela gidip sordum;
-Anlamıyorum! Her zaman nasıl bu kadar pozitif biri olabiliyorsunı Bunu nasıl yapıyorsunı


Michael yanıtladı: 

 
-Her sabah kalktığımda kendime diyorum ki: Bugün iki seçeneğin var: Ya iyi bir ruh halinde olabilirsin ya da kötü bir ruh halinde, seçimini yap. Ben de iyi bir ruh halinde olmayı tercih ediyorum. Kötü bir şey olduğunda, ya kendimi kurban olarak görebilirim ya da bu durumdan bir şey öğrenebilirim. Ben de bir şey öğrenmeyi tercih ediyorum. Ne zaman birisi bana derdini anlatsa, Onu sadece dinleyebilir, ya da hayatın olumlu taraflarını gösterebilirim. Ben de ikincisini tercih ediyorum. 

 
Itiraz ettim: 

 
-Hayir bu kadar da basit değil.
-Evet bu kadar basit,
 

Michael yanıtladı ve devam etti: 
 
Yaşam seçeneklerden ibarettir. Gereksiz ayrıntıları bir kenara
bıraktığında her durumun bir seçenek olduğunu görürsün. Olaylara nasıl tepki vereceğini sen seçersin.İnsanların senin ruh halini nasıl etkileyeceğini kendin seçersin. Nasıl bir ruh hali içinde
olacağını kendin seçersin.Hayatını nasıl yaşayacağın da senin seçimine bağlıdır.
Michaelin söyledikleri üzerinde uzun uzun düşündüm. Bir süre sonra kendi işime başlamak için işyerinden ayrıldım. Birbirimizle teması kaybettik, fakat hayat hakkında bir seçim yapacağım sırada sık sık onu ve hayata bakiş şeklini düşündüm. Bir kaç yıl sonra, Michaelin ciddi bir iş kazası
geçirdiğini duydum. 18 saatlik bir ameliyat ve yogun bakımdan sonra, Michael sırtına yerlestirilmiş demir çubuklarla hastaneden taburcu edilmisti. Kazadan 6 ay sonra Michaeli gördüm. Kendini nasıl hissettiğini sorduğumda, 

 
-Daha iyi olamazdım, yara izlerimi görmek ister miydin ?

 
diye şakayla karışık yanıtladı. Teklifini reddettim, ama kaza sırasında beyninden neler geçtiğini kendisine sordum. Michael yanıtladı
İlk aklıma gelen şey yeni doğacak kızımın sağlığı oldu. Yerde yatarken iki seçeneğim olduğunu düşündüm. Ya yaşayacaktım, ya da ölecek. Ben yaşamayı tercih ettim. 

 
-Korkmadın mı? Bilincini kaybetmedin mi?diye sordum. 


Michael yanıtladı: 
 
İlkyardım görevlileri bana sürekli üzelecegimi söylediler. Fakat hastaneye getirildiğimde, doktorların hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi görünce gerçekten korktum. Gözleri adeta benim öldüğümü
haykırıyordu. O anda bir şeyler yapmam gerektiğini anladım.
 

-Ne yaptin? diye sordum. 
 
Michael yanıtladı:
İri cüsseli bir bayan hemşire bana sürekli sorular soruyordu. Benim herhangi bir şeye karşı alerjik olup olmadığımı sordu. Evet, yerçekimine karşı alerjim var diye bağırdım.Gülüsmeleri üzerine onlara dedim ki; ben yaşamayı seçiyorum. Beni ölü biri gibi değil canlı birisi gibi ameliyat edin!.
Michael hem doktorlarının yeteneği, hem de inanılmaz tavrı sayesinde yaşamayı başardı. Her gün hayatı dolu dolu yasamak için seçme hakkımız olduğunu ondan ögrendim. Yaşama olan tavır ve bakış açımız her şeydir.



Bu nedenle yarın için üzülmeyin, bırakın yarın kendisi için üzülsün. Her geçen günün kendine yetecek kadar derdi vardır. Kaldı ki, bugün, dün kaygılandınız yarındır..

Cuma, Eylül 25, 2009

Kim biLir...

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer...

Sular çekilince de karıncalar balıkları...

Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir...

Çünkü kimin kimi yiyeceğine, "suyun akışı" karar verir. 



Ne varsa içindedir senin...

-KURU AĞAÇ, BAHÇIVANA, -EY YİĞİT, HİÇBİR SUÇUM YOKKEN NE DİYE BAŞIMI KESİYORSUN DER. BAHÇIVANSA, -SUS A ÇİRKİN HUYLU DER;
-KURULUĞUN SUÇ OLARAK YETMİYOR MU SANA!

(HZ. MEVLANA-MESNEVİ)
 
Çocukluktan başlayarak kalp, ruh ve beyin topraklarımıza sayısız duygu, düşünce ve latife tohumları ekilir. Tohumun karakteri ve kalitesi neyse elde edilecekler de o kadardır. İşi baştan ciddi tutmak gerekir. Bir dünya toprağına tohum ekerken ne kadar hassas davranırız; toprağın sürülmesi, ıslah edilmesi, tohum seçimi, gübreleme, sulama, sonraki aşamalarda itinalı bakım, Kişilik toprağımız, dünya toprağından daha hassas bir bakıma muhtaçtır. Dünya toprağına kök salmış bir dikeni, zakkumu, ayrık otunu kökünden söküp ondan kurtulmak kolaydır; ama kişilik toprağında uç vermiş duygular, düşünceler kolay kolay sökülüp atılamaz.

Sana, kuru ağaçtan beter kötü duyguların için ayıplama gelirse, yerinde bil ve ayıplayanlara teşekkür et. Bu duygularını budamanın en önemli gerekçesi bunların ?kötü? olmasıdır. Ayıplama sana değil, sendeki kötü duygularadır.
Ama nedense her ikazda gururun, ?Bu bana nasıl yapılabilir?? Bahanesiyle ayaklanmıştır. Haksız olduğunu ne kadar erken öğrensen o kadar iyi olur. Şikâyet edip başkalarını suçlayacağına kökü kuruyası kötü duygularını bir an önce yok et de yerine gönüllere huzur verecek güzel huylar edin. Altın madenini nerede görseler hemen alır işler ve en seçkin süs eşyası yaparlar. Sonra da kulağa, boyuna, kola, parmağa takarlar ki bu eşsiz güzelliği herkes görsün.
Paslı demiri kim ne yapsın! Paslı demir, onu fırlatıp atan adama: "Beni neden atıyorsun." diye şikâyet edebilir mi? Şunu derler paslı demire: "Sus ey suratsız, değersizliğin, paslı oluşun atılman için yetmiyor mu?"

Altın gibi değerli ol, par par parla, seni başlara taç yapalım.?




Tez davran da duygularını, düşüncelerini el üstünde tutulan madenler gibi kıymetlendir, parlat, ki onları fırlatıp atacak bir bahane kalmasın!


İçinde bulunduğun anı yaşa !!!

Şu gerçeği unutmayın! Tek önemli vakit vardır; içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir. Çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur. Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok hüzün duyanlardır. Hayatımız kaybedilen fırsatlarla doludur. Aslında iyi kullanılacak olsa, ömür hiç kısa değil.
En büyük tasarruf, zamandan yapılandır. Gereği gibi kullansa, neler başarmaz insan.
En uyarıcı şey zamandır...
Zamanın ne işe yaradığını, insan, zamanı kalmadığında anlar. Bir fırsat doğmuşsa, onu hemen yakala. Bir saat sonrası için bile bir güvencemiz yokken, bir gün yaparım diye onu sakın sonraya bırakma!



Bir Kardelen Masalı..,

Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış. Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır, güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.  
Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler, oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.
Nergis de çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır, ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.
Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş. Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş, kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.
Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış. Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...
Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler, eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp koynunda gizlediği kutusuna atarmış.
Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı, binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.
Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış. Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.
Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş. Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...
Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş. Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor, Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.
Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.
Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş. Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.
Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler, ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.
Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği, beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış. Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.
Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya, istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki, o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.
Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş. Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.
Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla, herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.
Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş. O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak, kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan bozulup küflenmemiş mi?
Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış. Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor, diğer yandan içinde Fulya'nın yokluğundan kaynaklanan büyük bir boşlukla tüm hedef veamaçları tükenmiş bir şekilde avare esip duruyormuş...
Fulya, gördüklerine yaşadıklarına dayanamıyor büyük acılar çekiyormuş. Hele bir dahaki baharda hiçbir arkadaşının olamayacağını düşündükçe, Nergis'inin bile Rüzgâra kapılıp gittiğini görmek, onu kaybettiğini bilmek Fulya'nın büyük üzüntülerle hastalanmasına neden olmuş. O incecik zarif boynu bükülmüş, günden güne sararıp solmuş. Doğa anne üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor en değerli yavrusunun gözünün önünde eriyip gitmesini, hastalıktan ölecek hale gelmesini önleyecek çareler arıyormuş. En sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen Dağ Fulyası'nın yanına gelerek, onun vaktinden çok önce uyumaya başlaması gerektiğini söylemiş.
Fulya çiçek derin üzüntülerle minicik yüreği çok yorgun olduğundan henüz daha bahar aylarında olmasına rağmen annesinin kollarında kolayca uyumuş.. Günler haftalar aylar boyunca hiç uyanmamış.. Böylece tüm yaz ve sonbahar aylarını uykuda geçiren Fulya bir gün kulağında Doğa annesinin tatlı mırıltılarını duyarak gözlerini açmış. Yüreğinin nedenini henüz bilemediği büyük bir huzur ve mutluluk ile dolu olduğunu hissediyormuş. Gördüklerini anlamaya çalışıyor, muazzam bir beyazlığın ortasında gözleri kamaşıyormuş.
Adeta tüm evren, bu güzel ve cesur çiçeğin yüreğini huzurla doldurmak istercesine büyük bir sessizlik içindeymiş. Karların Prensi ise büyük bir şaşkınlıkla kardan pelerinin altından adeta yüreğini delip çıkan bu çiçek karşısında nefesi tutulmuş, gözlerine inanamayarak bu güzel çiçeğin yaşama yeniden gülümsemesini izliyormuş. Hayatında ilk kez böylesine güzel bir çiçekle karşılaşmış. Zaten zavallıcık hayatı boyunca hiç çiçek bile göremiyormuş ki, kış boyunca doğadaki tüm canlılar kış uykusuna yatar, her yer derin bir sessizliğe gömülürmüş. Fulya da doğaya böylesine muazzam güzellikler veren ve büyük bir huzur içinde uyumasını sağlayan karlar prensine mutlulukla gülümsüyormuş.
Tüm ruhu ve incecik zarif gövdesi ile sadece karlar prensine yönelmiş, gözleri sadece onu görsün, yüreği sadece on duysun istemiş. İşte; o günden beri tüm doğa, Dağ Fulyasına KARDELEN demeye başlamış. Zira, karları delip yeryüzüne çıkabilen tek çiçek Kardelen olmuş. Karların ve Karlar Prensi'nin tek çiçeği ... Kardelenle Karlar prensi birbirlerine hiç beklemedikleri bir anda kavuşmanın sevinci ile sonsuza dek büyük bir mutlulukla yaşamışlar...

Acele Karar Vermeyin...

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..

Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler... İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

" Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "

Acele karar vermeyin. 








Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."