Cuma, Mayıs 22, 2009

Umutlarımız..,

 























 Pers Sultanı iki adamı olume mahkum etmis. Sultanin atini ne kadar
sevdigini bilen mahkumlardan bir tanesi hayatını bagişlarsa bir yıl icinde ata uçmayi ögretebilecegini söylemis.
*Kendini dünyadaki
tek uçan ata binerken hayal eden Sultan bunu kabul etmiş..
Diğer mahkum inanmayan gözlerle arkadaşına bakmış ve
"Atların uçamadığını biliyorsun. Nasıl olup da böyle
delice bir fikirle çıkabildin ortaya..? Yalnızca kaçınılmazı
geciktiriyorsun o kadar.
" " Pek değil " demiş birinci mahkum." Kendime dört özgürlük şansı veriyorum.
Birincisi : Sultan bu yıl olebilir.
Ikincisi :Ben olebilirim.
Üçüncüsü:At olebilir...
Dördüncüsü... " Belki ata uçmayı öğretebilirim..! "


umutlarınızın tükenmemesi dileğiyle


Tanri

Denemekten, cabalamaktan yorulup cesaretin kirildiginda, bil ki...
TANRI ne kadar ugraştigini görüyor
Kalbin taş kesilecek kadar agladiginda, bil ki...
TANRI doktugun gozyaşlarini sayiyor
Hayatin durdugunu, zamanin aleyhine işledigini duşundugunde, bil ki...
TANRI seni izliyor

Hayallerin yikilmiş, umudun kalmamiş ve kendi kendine neden boyle oldugunu soruyorsan, bil ki...
TANRI cevabini biliyor

Hic neden yokken icinde tuhaf bi huzur hissettiginde, bil ki...
TANRI sana fisildiyor...
Butun işlerin yolunda gidiyor ve teşekkur etmek icin her an bir nedenin daha oluyorsa, bil ki...
TANRI seni kolluyor.

Butun kalbinle diledigin şey sonunda gercek olduysa, bil ki..
TANRI sana gulumsuyor

Nerede olursan ol, ne duşunursen duşun, ne yaparsan yap...
TANRI biliyor



ELVIS PRESLEY Müzisyen

Yıllık geliri: 42 milyon dolar
Para kime gidiyor: İşadamı Robert Sillerman

16 Ağustos 1977’de öldü. Daha sonra kurulan Elvis Presley Enterprises adlı şirket kızı Lisa Marie Presley tarafından Robert Sillerman’a satıldı. Sillerman şirketin adını CKX olarak değiştirdi. CK’nin açılımı "content is king" yani kral mutlu. X harfi ise Sillerman’ın hiç açıklamadığı göbek adının baş harfi. Elvis’in eskiden yaşadığı Graceland’e yapılan turların, orada satılanların geliri Sillerman’a gidiyor. Sillerman dünyada Elvis’in imajının kullanıldığı her ticari üründen pay alıyor


KURT COBAIN Müzisyen

Yıllık geliri: 50 milyon dolar
Para kime gidiyor: Karısı Courtney Love, kızı Frances Bean, Primary Wave plak şirketi

Grunge rock grubu Nirvana’nın solisti 5 Nisan 1994’te intihar etti. En zengin ölüler listesinde Elvis Presley’yi geride bırakarak birinciliğe yükseldi. Öldüğünde iki mirasçısı vardı: Karısı ve kızı. Karısı, Cobain’in ölümünden sonra kurulan şirketteki hisselerinin yüzde 25’ini Primary Wave adlı New Yorklu bir plak şirketine sattı.



CHARLES M. SCHULZ Çizer

Yıllık geliri: 35 milyon dolar
Para kime gidiyor: Karısı, 8 çocuğu ve müzesi

Ünlü çizgi karakterlerin (Charlie Brown, Snoopy) yaratıcısı 12 Şubat 2000’de öldü. Karikatürleri hálá 2 bin 400 gazetede çıkıyor ama asıl para, bu karakterleri kullanan şirketlerin ödediği teliflerden geliyor. Örneğin Amerikan giyim markası Urban Outfitters karikatürleri tişörtlerine basmak için Schulz’un şirketine yüklü bir miktar ödedi geçen ay. Schulz’un karısı Jeanne Schulz, gelirin büyük kısmını 2002’de Santa Rosa’da kurduğu Charles Schulz Müzesi ve Araştırma Merkezi için kullanıyor.



JOHN LENNON Müzisyen

Yıllık geliri: 24 milyon dolar
Para kime gidiyor: Eşi Yoko Ono ve iki oğlu

Beatles’ın üyesi John Lennon 8 Aralık 1980’de silahlı saldırı sonucu öldü. Lennon’ın mirasçıları dul karısı Yoko Ono, ilk karısı Cynthia’dan olan oğlu Julian (43) ve Yoko Ono’dan olan oğlu Sean (31)



ALBERT EINSTEIN Fizikçi

Yıllık geliri: 20 milyon dolar
Para kime gidiyor: Kudüs’teki İbrani Üniversitesi

18 Nisan 1955’te öldü. Bütün hakları Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’ne ait. Reklamcıların kullandığı imaj fotoğraflarını satan Corbis şirketine göre dünyada en çok talep gören resim Einstein’ın saçları dağınık resmi.



ANDY WARHOL Pop art sanatçısı

Yıllık geliri: 19 milyon dolar
Para kime gidiyor: Andy Warhol Görsel Sanatlar Vakfı

22 Şubat 1987’de öldü. Mirası ve telif hakları Andy Warhol Görsel Sanatlar Vakfı’nın elinde. Vakıf jean markası Levi’s ve New York’taki Barneys mağazasıyla anlaşma yaptı. Barneys, Noel’de Warhol’un işlerini bastığı hediyelik eşya ve çantaları satacak.


THEODOR GEISEL Çocuk kitapları yazarı

Yıllık geliri: 10 milyon dolar
Para kime gidiyor: Karısı Audrey Geisel

Jim Carrey’nin oynadığı Grinch filmindeki Grinch karakterinin yaratıcısı, çocuk kitapları yazarı. Dr. Seuss olarak da tanınıyor. 24 Eylül 1991’de öldü. Mirasını ölümünden sonra kurulan Seuss Enterprises şirketi yönetiyor. Şirketi yöneten karısı Audrey Geisel, tiyatro ve kütüphanelere bağış yapıyor.


RAY CHARLES Müzisyen

Yıllık geliri: 10 milyon dolar
Para kime gidiyor: 5 oğlu, 4 kızı ve Ray Charles Vakfı

10 Haziran 2004’te öldü. Mirasını Ray Charles Enterprises adlı şirket yönetiyor. Ünlü kör cazcının 9 çocuğu var. Ama gelirinin büyük kısmı Ray Charles Vakfı’na bağışlanıyor. Vakıf, duyma bozukluklarıyla ilgili araştırmalar yapıyor.



JOHNNY CASH Country şarkıcısı

Yıllık geliri: 8 milyon dolar
Para kime gidiyor: Kızı ve kardeşleri

12 Eylül 2003’te öldü. Yasal mirasçıları kardeşleri ve ilk karısından olan kızı Rosanne. Geçen yıl hayat hikayesi bir filme (Walk The Line) konu oldu ve Reese Witherspoon’a en iyi kadın oyuncu Oscar’ını kazandırdı. Bu yüzden Johnny Cash bu yıl listeye girdi.


MARILYN MONROE Oyuncu

Yıllık geliri: 8 milyon dolar
Para kime gidiyor: Oyuncu koçu Lee Strasberg’in karısı Anne Strasberg

5 Ağustos 1962’de intihar etti. Bankadaki 92 bin 781 doları üvey kızkardeşi ve annesine, tüm eşyalarını ise oyuncu koçluğunu yapan ve son yıllarında üzerinde büyük bir psikolojik egemenlik kuran Lee Strasberg’e bıraktı. Lee Strasberg öldükten sonra miras, karısı Anne Strasberg’e kaldı. Marilyn Monroe’nun bütün işlerini şu anda CMG Worldwide adında bir telif hakları yönetim şirketi yürütüyor.


J.R.R TOLKIEN Yazar

Yıllık geliri: 7 milyon dolar
Para kime gidiyor: Üç çocuğu, Tolkien Derneği, yapımcı Saul Zaentz

Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı 1973’te öldü. Üç mirasçısı oğulları John, Christopher ve kızı Priscilla. Telif hakları üçünün yönetimindeki Tolkien Derneği’ne ait. Ama eserlerin film ve tiyatro hakları Hollywood prodüktörü Saul Zaentz tarafından önceden satın alındığı için, 3 milyar dolar hasılat yapan Yüzüklerin Efendisi filmlerinden çocuklar pay alamadı.


GEORGE HARRISON Müzisyen

Yıllık geliri: 7 milyon dolar
Para kime gidiyor: Karısı Olivia ve oğlu Dhani

Beatles’ın üyesi George Harrison 29 Kasım 2001’de öldü. Ailesine 155 milyon dolar bıraktı.


BOB MARLEY Reggae şarkıcısı

Yıllık geliri: 7 milyon dolar
Para kime gidiyor: Karısı Rita Marley ve 8 çocuğu

1981’de kanserden ölen Bob Marley’in mirasını karısı Rita Marley yönetiyor. Marley’in sekiz çocuğu var


TÜRKLER...


  • İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler - Napolyon
  • Türklerden bahsediyorum… Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk; dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli yıldırma, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek tabiatıda inciten bir gaflet olur. - Tasso / İtalyan Şair
  • Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.- William Martin
  • Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri, tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır. - Lamartine / Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.
  • Poltava’da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi; önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş… Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu; yine kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum. Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar alicenap, bu kadar asil, bu kadar k bir milletin barasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı. — Demirbaş Şarl / İsveç Kralı (Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)
  • Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim. Burada hiç yoktan ordular kurmak ve bu orduları ölüme sürüklemek mümkün. Bu imkânlardan bol bol faydalanıyorum. Fakat, meydana getirdiğim orduları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları! Üç-dört yüzyıl önce her kudreti ve her milleti yenen Türkler, şimdi de silinmez hatıralarıyla her teşebbüsü sendeletiyorlar. Hemen her yürekte bu korkuyu seziyorum. Demek ki yalnız Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım. Bu durumda ben, Türklerin düzinelerle milleti idare etmelerindeki sırrı da anlıyorum. Onlar milletleri bir kere yeniyor fakat kazandıkları zaferleri ruhlara ve nesillere nakşedebiliyorlar. - M. Montecuccoli (Avusturyalı Komutan)
  • Seceat ve cesaret
    bakımından Türklerden üstün; büyük hedeflere ulaşmak bakımından da onlardan dirayetli hiç bir kavim yoktur. Cenab-ı Hak onları aslan sıfatında yaratmıştır. - İbn-i Hassul
  • Türk, asillerin asilidir. yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir. - Pierre Loti
  • Türklerin yalnız sonsuz bir cesareti değil, iradeleri sersemleştiren bir sihirbaz zekası vardır. İşte Türk, bu zekasıyla zafer kazanır, uygarlıklar yaratır ve insanlık dünyasında en şerefli hizmeti başarır. Zaten Avrupa’nın yarısını yüzyıllarca boyunduruk altına almak başka türlü mümkün olamazdı. - Çarnayev (Rus Komutan)Silahlı milletin en canlı örneği Türklerdir. Bu diyar köylüsünün orak, kâtibinin kalem ve hatta kadınlarının etek tutuşunda silaha sarılmış bir pençe kıvraklığı vardır. Türk ata biner gibi oturur, keşfe yollanan asker gibi uyanık yürür. – Moltke
  • Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. - La Martine
  • Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türklerle savaşmalıdır.- Towsend (İngiliz Komutan)Doğulu önderler, milletlerinin başından ayrılmayarak her hükümetin temeli olan şu iki kanunu hakkıyla yapıyorlar: iyi yola götürmek ve kötülüklerden korumak. Bu asil hareket Ruslardan fazla özellikle Türklerde göze çarpıyor. - Auguste Comte
  • Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır. - Lady Mary Wortley Montagu
  • Türk’ün güzel yüzünü, kuvvetli endamını, pırıltılı kostümünü, zarif tavırlarını, kibar gülüşünü, aslanca kükreyişini fırçayla göstermek mümkündür. Fakat pek güç olan, Türk’ün özünü göstermektir. Bu öz, ayışığı gibi görülür fakat mgösterilemez. - Decamps (fransız ressam)
  • Türkler yaman binicidirler. Türkler hücumunda düşmanı bir yaprak gibi çevirip bozarlar. - Câhiz (Arap Bilgini)
  • Türklerin yürekleri temizdir. Onlarda batıl fikirler, basit düşünceler yoktur. - Semame İbn-i Eşreş (Arap Bilgini)
  • Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler. - Comenius (Çek Bilgini)
  • Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır. - William Pitt (İngiliz Devlet Adamı)
  • Türk, Heredot’tan, Tevrat’tan çok eski yüzyılların tanıdığı bir ulustur. Sadelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, bölgelere uymaktan çok bölgeleri kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran tarihinde açıkça görülür. - Hammer
  • Türkler kahramandırlar, dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla elele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir. - Comenius (Çek Bilgini)
  • Türkler muhakkak ki Avrupa tarihinin ve yakın Asya tarihinin bildiği en halis efendi millettir. - Kayzerling
  • Her Türk’ün bakışında silahın ruha verdiği güveni görmek mümkündür. O hayata ve olaylara güvenle bakmayı öğrenmiştir. – Molkte
  • Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türk’ün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır. - Lord Byron
  • Türk korkmaz, korkutur. Bir şey isterse onu yapmadıkça vazgeçmez. Hangi işe el atarsa başarır. - Semame İbn-i Eşreş
  • Türkçeyi öğrenmek benim için büyük bir mutluluk oldu. Çünkü Türk’ü anlamak için kendisiyle mutlaka tercümansız konuşmalıdır. Tercüman, ışığı örten zevksiz bir perde oluyor. - Gelland (Fransız Bilgini)
  • Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder. - Albert Einstein
  • Artık Türklerle savaşmam. Onlar çok cesur ve iyi insanlar. - Andreas Phitiades
  • Dünyada iki bilinmeyen vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler. - Albert Sorel
  • Türk toplumunda kişisel nitelik ve değer dışında hiçbir şeye önem verilmez. - Baron Büsbek
  • On ulusun, on yiğit adamının gücü tek bir kimsede toplansa yine bir Türk’e bedel olmaz. Türklerin en çok konuştuğu şey savaştır, zaferdir. Eğlenceleri ise attır, silahtır. Türklerin doğrulukları ve namuslulukları ne kadar övülse yeridir. - Charles Mcfarlene
  • Türk milleti ikibin yıldır profesyonel askerdir. Bütün Türklerin mesleği askerliktir. – Donaldson
  • Dünyanın hangi ordusuna sorarsanız sorun, Türk askerinin karşısında düşünmenin hiç de kolay olmadığını veya olamayacağını size söyler. – Donaldson
  • Türklerle dost ol ama düşman olma. - Gianni de Michelis
  • Dünyada, Türklerden başka hiçbir ordu bu kadar süre ayakta duramaz. – Hamilton
  • Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur. – Hamilton
  • Türkler devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf ustadır. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler - Hammer
  • Çanakkale’de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim. - Sir Julien Corbet
  • Türk gibi ölüme gülerek bakan bir eri başka hiçbir ulusta bulamazsınız. Yalnız ona iyi bir komutan gerektir. - Mulman
  • Toplumsal düzenin Türkler arasında kurmuş olduğu ilişkilerin hepsinde temiz yüreklilik ve iyi niyet hakimdir. Vatandaşların birbirlerine karşı borçlu oldukları işlemleri yapma ve yerine getirmeleri için başka ülkelerde olduğu gibi senetleşmeye yani yazılı belgeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların övülmeye değe hallerinden biri de verdikleri söze genellikle sadık kalmaları ve karşılarındakini aldatmaktan, güveni suistimal etmekten çekinmeleridir. - Monradgea D’ohsson
  • Kendi ulusuna karşı bu kadar dürüst ve cömert olan müslüman Türkler hangi mezhebe bağlı olursa olsun aynı dürüstlüğü yabancılara karşı da yapar ve yerine getirirler Bu noktada müslümanla Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler. - Monradgea D’ohsson
  • Türkü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türkün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.- Pierre Loti
  • Türk’ün ahlaki seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle değil çevrelerinde fenalık görmemek suretiyle oluşur. - Thomas Thorsten
  • Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır. - Moltke


HAYAT

Hayat, ne kadar yaşansa da iç içe hep ilerlemekte . Dünyaya hangi ülkede , hangi cografya da gelirseniz gelin iki seçenek karşinizda hep. Ya yaşamak, ya da hayatta kalmak için yaşamak. Çocuk oldugumuzda hatta çocuklugumuzda hiçbir şeyin farkinda olmadigimiz zamanlarda, toz pembe hayallerimizle yaşamaktaydik. Fakat büyük ve gördük ki hayat o kadar çocuksu ve o kadar sevgili degil. O kadar vefali, o kadar vicdanli degil. Belki bunu anlamak ve bir şeyler yapmak için zaman gerekmekte fakat bunlari katman olarak sayarsak insan üç şekilden geçtikten sonra hayati en iyi şekilde açiklayabiliyor. 1. Çocukluk, 2. Gençlik ve 3. Olgunluk dönemi. Bizler çocuklugumuzda sadece kahramanlara, çizgi filmlere, güçlüye ve hep yenilmezlere, hayallere yer verdik. Büyüdük, destek aldik ilerlemeyi ve ögrenmeyi gördük. Gördük ki çizgi filmlerin, kahramanlarin, yenilmezlerin yeri sadece ya kagit üzerinde ya da o kapali kutu olan televizyon sahnelerinde kaldigini. Ögrenmeyi bildik, ögreten kişiyle beraber hep yaşadik. Bu sefer bilgi bizlerin hayalleri oldu ve bilgiyi bir çocugun oyuncagi gibi sevdik. Koştuk zaman zaman, eglendik ve dedik ki bizler genciz. Her şeyi belki de denedik. Ama unuttugumuz o kadar şeyler vardi ki dönüp arkamiza bakamadik. Dönüp bakma zamani geldiginde ise işte o pişmanlik sardi bizleri. Dedik neden bunlar olmuş, neden dünyada yaşanan her hayatin gençligimizdeki ve çocuklugumuzdaki gibi eglenceli ve mutlu geçmiyordu ? Dönüp baktigimizda meraklandik ve araştirmayi ögrendik. Araştirdik ve gerçegi bulmaya çaliştik. Gördük ki bizler hayata geldigimizde büyüklerimiz bir çok yanliş yapmiş ve bize dünyayi adeta bir yol geçen hani gibi birakmişlar. Neden şimdi bizlere düzelttirmeye çalişiyorlar ? Bizleri neden yaptiklarindan dolayi sinava sokuyorlar ? Neden başka ülkeler digerlerine yardim etmiyor ve yardim etmedikleri halde hala bariş için reklam işiklari yakiyorlar ? Neden bencil davranip kendi bildikleriyle burun dikine hep iş yapiyorlar ? Neden Dünyada da hala aglayan o kadar çocuk var ? Neden o kadar insan sebebi ve amaci olmayan şeyler için ölüyor ya da öldürülüyor ? Kendi ülkelerinde el şakalarini bile şiddet olarak gören kişiler neden diger ülkeleri bombaliyor ? Neden kendi ülkelerinde sadece dürüst davranip ün yapiyor ve başka yerde kaypaklik yapip rant peşinde koşuyor ? Neden benim yedigimi bir zenci, bir arap, bir afrikali, bir irakli yiyemiyor ? Neden Amerikalilarin üstün kalitedeki ürünlerini bizler ayni fiyata alamiyoruz ? Neden kaliteli besinleri büyük ülkeler kendi kurallarina göre alip kötülerini diger ülkelere satiyorlar ? Neden bir ülke digerinin malina göz dikip içten ya da fiziksel savaşla tehtid ediyor digerini ?

Bunların cevabını kimse veremez. Neden mi ? Sorduğunda sana “Dünyayı sen mi Kurtaracaksın” derler ve hiç umursamaz tavırla aynı kendi kafalarının içindekilerle ilerlerler. Ama bizleri susturamazlar. Bizler banel şeylerle yetiştirildik. Ama doğruyu öğrenmeyi bildik ve karşımızdaki engelleri de aşıp önceki nesilin bize kötü durumda verdiği dünyayı düzelteceğiz. Ne kadar cahil varsa da önümüzde asla engel olamayacak kadar güçsüz bırakıp ilerleyeceğiz. Teknoloji de, Endüstri de , Ekonomi de, Spor da, Bilim ve Tıp da, herşeyi bizler ilerleteceğiz. Büyüklerimizin yaptıklarını bizler düzelteceğiz fakat onları örnek alarak değil ! Eğer bir insanı örnek alırsanız, farketmediğiniz bazı yeteneklerinizi kaybedersiniz. Öyleki bu örnek aldığınız kişiler bi de yanlışlarla bizlere sadece kötü miras bırakmışlarsa. Bizler kendi doğrularımızla değil, gerçek olan, objektif olan doğrularla ilerleyeceğiz. Ne Amerika’nın Emperyalizmine, ne Rusya’nın komünizmine, Nede Sağ-Sol çatışmalarını örnek alacağız..! Bizler bilgiyi özgür sayıp paylaşmayı öğrenecek ve öğreteceğiz. Bizler, yemek yiyemeyen çocuklara aş, oyun oynayamayan çocuklara oyuncak, okula gidemeyen çocuklara okul, hasta olan çocuklara ilaç, zihnen fakirlere de ışık olup parıldayacağız. Yolumuzdan asla sapmayacağız. Bırakın! Bizlere verin komutayı gidin de daha da çok yanlış yapıp bu dünyayı içten yok etmeyin! Bırakında olan dünyayı yarın hiç olmamış kadar kötü göstermeyin bizlere! Bizler öğrendik sizlerin düşüncelerinizi, duygularınızı, hırslarınızı ve amaçlarınızı. Tekel olmak, en güçlü olmak, yönetici olmak, hep ve hep kendinizin kazandığını asla kaybetmediğini , kendinizi asil görerek diğer insanları küçümsediğinizi, hep kendi doğrularınızı savunarak içinde yanlışı da aramayarak sizlere karşı gelenleri yok etmeyi istediğinizi, bencil davranıp paylaşmaktan kaçındığınızı öğrettiniz. O zaman emekli olup bırakın da bizler sizlerin bu örümcek düşüncelerinize ışıkla karşılık verelim. Bırakın da dünya da yaşayan insanlar da gülsün, öğrensin, öğretsin, doğru olanı seçebilsin, düşünebilsin, söyleyebilsin, eleştirebilsin, tartışabilsin. Zannetmeyin ki Amerika’da da herkes gülüyor, eğleniyor. Her ülkede benciller, güçlüler daima güçsüzleri ve masumları hep ezmekteler. İşte Amerika’daki bir arkadaşimin bana Harlem’dekileri anlatan bir şarkinin sözlerini sizlere örnek olarak yazayim ;




As I walk through the valley of the shadow of death, I take a look at my life, and realize it’s not deaf. Cause I’ve been blastin’ and laughin’ so long that.
Even my momma thinks my mind is gone, But I ain’t never crossed a man that didn’t deserve it. Need be treated like a punk, you know that’s unheard of. So, you better watch how you talkin’ and were you walkin’ or you and hommey’s might be lyin’ in chalk. I really hate to trip, but I gotta lope. As they croak I see myself in the pistol-smoke, fool, I’m the kinda g the little hommey’s wanna be like with my knees in da night sayin prayers in da street light.

Been Spendin’ most of life, Livin in a gangsta’s paradise,
Keep Spendin’ most our lifes, Livin’ in a gangsta’s paradise.

They got situaiton, they got me facin’, I could live a normal life. I was raised by the street, So I gotta be down with the hood team. Too much television watchin’ got me chasin’ dream. I’m an educated fool with money on my mind. Got my ten in my hand and the gleam in my eye. I’m a low down gangsta set-trippin’ bangler and my hommey’s are down so don’t arouse me anger, fool. Dat thang ain’t nothin’ but a heart beat away, I’m livin’ life do or die, what can I say ? I’m 23, but will I live to see twenty-four?
The ways things are goin I don’t know.

Tell me why are we, so blind to see, that the ones we hurt, are you and me ?

Been Spendin’ most of life, Livin in a gangsta’s paradise,
Keep Spendin’ most our lifes, Livin’ in a gangsta’s paradise.

Power and the money, money and the power, Minute after minute, hour after hour, Everyboy’s Runnin’, But half of them ain’t lookin’ what’s going on in da kitchen, But I don’t know what’s cookin’.
They say I got to Learn, but no body’s her to teach me, If they can’t understand it, how can they reach me ?
I guess the can’t, I guess they won’t, I guess the front.
That’s why I know my life is outta luck fool!




İşte hayat böyleydi, fakat böyle gitmeyecek. Evet bir çok şey değişecek belki ama doğru olan yapılacak. Asla da vazgeçmeyeceğiz.....!

Huzur içinde kalın ama huzurevlerinide unutmayın...,





Yitirdiğimiz değerler, aile büyüklerimiz, herkezin birbirine sahip çıkması lazım arkadaşlar. Yetim olanlar sadece çocuklarımız ve ya gençler
değil. Yetim olan büyüklerimizde var. Belki onları alıp bakamayız gücü olanlar bunu yapabilirler ama en azından bayramlarda, özel günlerde
huzur evlerini ziyaret edip biraz olsun da onları mutlu edebiliriz değil mi ?


ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ


Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der. Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir...

Babamı Kaybederken..,

bir kaç ay içinde erimiş bitmişti gözlerimin önünde.. çaresizdim..ve çare bulamayacak kadarda küçük..ve o gün pazardı..kasım dı.. soğuk ve kapalı.. bihava vardı.. herşey kötü bi haberin geleceğinin habercisiydi..ve çığlıklar..evet öldü diyorlardı.. öldü..bende ölmüştüm sanki o anda..dünyam yıkılmıştı..koparabileceğim en büyük feryadı kopardım.. ama hiç birşey çare olmuyordu.. ama o da ne..hayır ölmedi dedi bir ses..gözlerimde hala yaş vardı ama sesim kesilmişti.. koşarak gittim yanına evet ölmemişti.. deniz gözleriyle bana bakıyordu.. ağlama diyordu güçsüz nefesiyle.. sessizce ama ben anlıyordum.. bakışlarından bile anlıyordım.. ne demek istediğinin..''yavrum benim benim diyordu seni bırakmadım bak diyordu..sıkıca sarıldım.. bi daha sakın beni bırakma diye fısıldadım kulağına..okşadı saçlarımı tamam dercesine..içim rahattı bana beni bırakmayacağını sölemişti çünkü..erken bi satte yattım..saat 2 sıraları.. yine korkunç bi çığlık..tüyler ürperten..koşarak indim merdivenlerden..yanına sokuldum sessizce.. bırakmayacağına söz verdin dedim..ben şimdi naparım dedim.. kımıldamadı bile..ama deniz gözleri yine bana bakıyordu..yine anladım ne demek istediğini..canım çok yanıyordu kızım diyordu bana.. gitmem gerek yavrum..gitmem gerek..sana söz verdim biliyorum gitmeyeceğim diye..ama gitmeliydim yavrum..''..

KELİMELERLE HESAPLAŞMA ZAMANI

Her yıl, milyonlarca mezun veriyor okullarımız. Mezun, yani belli bir eğitimden geçmiş insan. Okullarımızın hal-i pür melalini anlatmaya ne hacet. Eline diplomasını alan seviniyor, ileride kendisini bekleyen tsunami dalgalarından daha beter engellerle karşılaşacağından habersizce…

Her yıl, merkezi yerleştirme sınavlarında on binlerce öğrenci sıfır çekiyor. Ne Milli Eğitim ne de başka bir kurum, tatmin edici bir açıklama getiremiyor buna. Ne acıdır ki, liselerde verilemeyen Türk Dili ve İnkılap Tarihi dersleri, üniversitelerin birinci sınıfında okutuluyor.

Her şey beyinde başlar. Düşüncede yani. Nasıl ki insan barınaklarda barınıyorsa, düşünceyi besleyen, onu şekillendiren de kelimelerdir. Koca bir ömür çalışıp didindikten sonra yerlerinden olan insanlar görmüşsünüzdür. Her şeylerini geride bırakıp mahzun ve meçhul bir hayatın kollarına bırakırlar kendilerini. Kelimeler de böyledir işte. Asırlarca kullandığımız kelimeleri “moderen(!)” kelimelerle takas eden mantık şimdi ne kadar cılız, ne kadar yalnız…

Bugün eğitim camiamızın düştüğü bataklığın faturası öğretmene kesilse de, asıl sorun kelimelerdedir. 30’lu yıllarda kullandığımız “muallim” ve “talebe” kelimelerini bir kenara atmışlar, bunların yerine “Öztürkçe” dedikleri bugün kullandığımız kelimeleri getirmişler.

Düşünce dünyamızı süsleyen sayılı isimlerden biri olan Cemil Meriç merhum, bu konuya da değinmeden geçememiş: “Ben, insan haysiyetine yakışmayan bu talebe hoca komedyasını asilleştirmek hayaline kapıldım. Örneğim yoktu. İrfan, toprağı dişlerimle ve tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkmıştım. Hoca, öğretmen oldu;talebe öğrenci…Öğretmen ne demek?Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime…Hoca öğretmez; yetiştirir, aydınlatır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan.”

“Öğretmen”in “hoca”ya tercih edilmesi, başın ayağa düşürülmesinin başlangıç noktasıdır. Bugün, eğitim camiamızda bir yara halini almış olan bu sorunu giderme gayretinde olanlar, acaba ne kadar bilincindedirler bu işin?..

Öğrenci bir arayış içinde değil. Susuz ama suyu aramıyor. Talebe değil çünkü, talepte bulunan değil; öğrenen, sadece öğrenen. Öğrenmek, onun için yeterli. Eskiden böyle miydi? Talebe kelimesinin beyinde uyandırdığı çağrışım, her şeye yetiyordu. Hayat Bilgisi dizisinin “Afet Öğretmeni”nin ağzından çıkan ve zaten başlı başına bir afet olan şu “Hoca camide” sözü yok mu…

Muallim öğretmen olalı, kendisini yetiştirmez oldu farkındaysanız. Muallim ağırbaşlı, vakarlı, gayet ciddi, daima yeni ufuklarda gezinen, asla ve asla eski bilgilerle, kırıntılarla beslenmeyi gururuna yediremeyen… Alnı kırışıktır muallimin, beli büküktür. Meselenin ağırlığından olsa gerektir… İnsanlara bir şey öğretmek değildir onun işi. Bir milletin dünyaya hitap edebilmesi için, genç nesillerin olanla yetinmeyecek seviyede eğitilmesi, şüphe götürmez bir gerekliliktir. Bunun derdiyle yanıp tutuşur muallim. Ezberletmez, yönlendirir; bilgiyi tamamen vermez, ona ulaşma yollarını gösterir.

Öğretmen hafiftir oysa. Öğrencinin ondan beklentisi, sadece basmakalıp bilgilerdir. Torbaya karpuz doldurur gibi öğrencinin beynine bilgileri doldurmak… İşte hepsi bu. Suçlu o değil ama. Suç kelimelerde, kelimenin genleriyle oynayanlarda. Sadeleştirme adı altında koca bir kültürel hazineyi yok edenlerde.

Nelere kadirmiş meğer kelimeler... Vaktiyle Konfüçyüs demiş:“Devlet başkanı olursam, yapacağım ilk iş, dili düzene koymak olurdu.” İlk zamanlar buna pek anlam verememiştim doğrusu. Şimdi çok daha iyi anlıyorum.

Avrupa’da, Amerika’da dile dokunulmuş mudur!..Onlar, dile herhangi bir müdahalede bulunmamışlar. Yaptıkları tek şey, yabancı kelimelere yeni karşılıklar bulmak olmuş. ABD ilk atom bombası denemesini yaptığı sıralarda, Fransız Dil Akademisi gece yarısı toplanmış ve bu teknolojinin Fransız dili üzerindeki etkileri üzerinde tartışmıştır. Bizse tam tersini yapmışız ve şimdi kara kara düşünüyoruz… Eee, buna da şükür, düşünüyoruz sonuçta. Ya o da olmasaydı!...

RisK..,

Gülmek
"SAFTIR"
denme riskini göze almaktir,

Aglamak ise
"DUYGUSAL"
görünme riskini,

Birine yakinlasmak
"KENDINI KAPTIRMA"
riskini göze almaktir,

Duygularini açmak
"KENDINI ORTAYA KOYMA"
riskini göze almaktir,

Düsüncelerini söylemek ise
"DOKUZ KÖYDEN KOVULMA"
riskini,

Umutlanmak
"HAYAL KIRIKLIGINA UGRAMA"
riskini göze almaktir,

Sevmek ise
"KARSILIK GÖREMEME"
riskini.

Ama riskler alinmalidir,

Çünkü hayatimizin en büyük riski hiç risk almamaktir.

Çünkü yasamak "ÖLME" riskini göze almaktir...


ben bilirim...

Ağaçların özgürlüğü ancak ağaç gibi olur..
Benim özgürlüğüm ise ;düşüncemle hayat bulur!
Her sürünün bir çobanı var ,çobanını koyun seçmez!
Ben insanım koyun değil ben bilirim.. Koyun bilmez!.."


Ömür Kısa...

İlkbaharın son günleri olmasına rağmen, yağmur, sabahtan beri durmaksızın yağıyordu.
Adam elindeki raporu masasının üzerine bıraktı ve başını kaldırarak karşısındaki genç kıza baktı.
Kız, gözlerinde biriken yaşları eliyle sildikten sonra adama döndü ve

"Ta başından beri biliyordun,değil mi?" diye sordu.

"Evet" diye cevap verdi adam.

Ta başından, kızı ilk muayene ettiği dört gün öncesinden beri biliyordu.

"Çok güzel oynadın doğrusu rolünü" dedi, kız.

Adam cevap vermedi, yüzünü pencereden yana çevirdi ve dört gün öncesini düşündü. Kızın muayenehanesine geldiği ilk günü. 24-25 yaşlarındaydı. O gün de bugünkü gibi yalnız başına gelmişti. Uzun boyu, kısa küt kesilmiş kumral saçları, renkli gözleriyle etkileyici bir güzelliği vardı. Yüzünde hafif bir endişe, yanaklarında belki biraz utanmanın verdiği pembelik gözleniyordu.

"Sağ göğsümde üç aydır bir sertlik fark ettim.
Ağrısı yok, geçer dedim, aldırmadım,
ama geçmedi işte" demişti.

Kısa bir öykü alma sonrası muayene odasına geçtiler. Kız, çekingen tavırlarla soyundu ve uzandı. Adam,kızın göğsüne ilk dokunduğu anda gerçeği anladı. Bu kız kanserdi! Ve hem de çok gecikmişti. Koltuk altı da bezelerle doluydu işte. Belki yüzlerce meme hastası olmuştu ama ilk defa bu kadar genç yaştakine rastlamıştı. O dakikadan itibaren oynamaya, rol yapmaya başladı adam. Kızın endişesini dağıtmak için ne şaklabanlıklar yapmamıştı ki.

"Pek önemli bir şey gibi durmuyor. Ama buradan küçük bir parça almam lazım."

"Patoloji için mi yani?" diye sordu kız.

"Yok canım" dedi adam, "kendi özel koleksiyonum için, yani bu kadar güzel göğse pek sık rastlanmıyor da, bir hatıra almam şart oldu."

Birlikte güldüler. Kızın artık gülen yüzünde korkunun ve kaygının görünümü kalmamıştı. Ta ki bugüne kadar.

Yüzünü pencereden, odaya geri çevirdi adam. Hiç istemediği halde kızla göz göze geldiler.

"Yani şimdi, dört gün boyunca huzurlu uyuduğum için sana teşekkür mü borçluyum?"

Yoo, hayır, teşekkür beklemiyordu adam. Bu dört gece boyunca onun uykusuzluğunu, kaygısını ve korkusunu devralmıştı. Ve şimdi geri veriyordu bunları genç kıza, onun geride kalan ömrü boyunca, bir daha beyninden hiç çıkmamasıca...

Kız, oturduğu koltuktan kalkmış, küçük odanın içinde bir-iki tur atmış ve şimdi pencerenin önüne gelmişti. Göğsünün tümüyle alınacağını öğrenmişti.

Ağlamıyordu artık.

Sesinde isyanın, öfkenin ve kadere lanetin olması gereken tonlaması da yoktu ne yazık ki.

Adam, onun tenine dokunsa buz gibi olduğunu hissedecekti.

"Çok canım yanacak mı?"

"Korktuğun kadar değil" dedi adam.

Bu sorulara hazırlıklıydı beyni. Bunlar kolay sorulardı.

"Saçlarım dökülecek değil mi?"

"Evet, ama yerine yenisi hem de daha gür çıkacak"

"Ya, alınan göğsümün yerine yenisi çıkacak mı?"

"Eğer sen istersen, plastik cerrahlar yerine o kadar güzel bir göğüs yaparlar ki, sağlam göğsünü bile almam için bana yalvarırsın."

Kız, burnunu ve dudaklarını cama iyice yapıştırdı. Adama döndüğünde camda dudaklarının izi kalmıştı.

"Bu izi hiç silme olur mu?" dedi kız.

"Ben öldükten sonra bile bu iz burada kalsın.
Sahi çok uzak değil ölümüm değil mi?"

İşte adamın korktuğu soru gelmişti. Nasıl da gafil yakalanmıştı, o çok övündüğü, o yanından hiç ayırmadığı kıvrak zekası, hazır cevaplılığı.
Nasıl söyleyebilirdi ona, son iki yılı acılar içinde geçecek en fazla dört, bilemedin beş yıllık ömrü olduğunu? Nasıl söyleyebilirdi, son altı ayında, her sabah uyandığında tanrıdan canını bir an önce alması için yalvaracağını.. Nasıl söyleyebilirdi ona, kelebeklerin ömrünün kısa olduğunu?

Tek çaresi vardı adamın, yalan söylemek, pespembe mutluluk tabloları çizerek polyanna rolünü ustaca oynamak. Konuştu, anlattı, güldü, güldürdü. Riyakarlığı iyi beceriyordu doğrusu. Kız artık iyice rahatlamış gibiydi. Çocukluğundan bahsetti adama, ilk aşkından, sonraki sevgililerinden, işinden...

"Ben portföy yöneticisiyim"

"Ne demek o?"

"Yani bir bankada, yatırım danışmanıyım. İstersen senin portföyünü de ben yöneteyim"

"Hayır canım, gerekmez. Benim işim de hastalarımın portföyünü boşaltmak."

Vedalaştıktan sonra kapıya doğru yürüdü genç kız,
sonra döndü ve,

"Neden seni seçtim biliyor musun?" dedi.

"Bu konuda buralarda benden iyisi yok ta ondan."

"Sen öyle san"

"O halde, ben çok yakışıklıyım onun için."

"Haydi canım sen de" dedi kız, gülüştüler.

"Sende başka bir şey var; huzur veren, rahatlatan, güldüren değişik bir şey işte...
Senin elinde ölüme gitmek bile zevkli olacak"

Kız çıkmıştı.

Adam camında dudak izi olan pencereyi açtı.

Başını dışarı uzatıp gökyüzünü seyretti bir süre.
Tekrar içeri girdiğinde gözlüklerinin altındaki damlaları sildi.

Yağmur, çoktan durmuştu oysa...


Kadınlar erken ağlar ama neden...

neden acaba???
Küçük bir erkek çocuk annesine sordu.
"Niçin ağlıyorsun?".
"Çünkü ben bir kadınım" diye cevapladı annesi.
"Anlamadım!" dedi çocuk. Annesi çocuğu kucaklayıp,
"Ve hiç bir zaman anlamayacaksın!" dedi.
Babasına "Baba, annem niçin ağlıyor?" diye sordu.
Baba "Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır" diye
cevapladı.
Küçük oğlan büyüdü, yetişkin adam oldu, hala kadınlarin niçin
ağladıklarını keşfedemedi.
Nihayet öldukten sonra cennete gittiğinde Allah'a sordu.
"Allahım" dedi.
"Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar?"
Allah dedi ki...
"Ben kadınları özel yarattım!... Tüm yaşamın ağırlığını
taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına
teselli verecek kadar yumuşak omuzlar, doğumun acısına olduğu kadar doğurdukları evlatlarının
nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini verdim.
Başkalarının kuvvetinin kalmadığında devam edecek azmi,
ailesinin hastalığında yorgunluğa papuç bıraktırmayacak kudreti verdim.
Her türlü şart altında ve hatta annelerini çok kötü incitselerde, cocuklarını sevmek duygusallığını verdim.
Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının yaralarını sarmalarına, sorunlarını dinleyip paylaşmalarına yardım ediyor.
Kocalarına tüm kusurlarıyla sevmek kudretini verdim.
Erkeğin kaburgasından onları erkeğin kalbini korumaları için yarattım.
Onlara iyi bir eşin asla incitmeyeceğini fakat bazen destek ve
kuvvetini deneyecek davranışlarda bulunacağını anlayacak duyarlı bir zeka
verdim.
Tek zayıflık olarak kadınlara birer gözyaşı verdim.
Tamamen kendilerinin sahip oldukları, ihtiyaçları olduğunda
kullanmak üzere... İnsanlık için bir gözyaşı..." diye cevapladı......


Aydınlık...,

Bir bilge adam çölde öğrencileriyle otururken demişki;

"Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?

Tam olarak ne zaman karanlık başlar,ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

"Uzaktaki sürüye bakarım, "demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve

"Hocam"demiş,"İncir ağacını,zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge adam uzun süre susmuş.
Öğrenciler meraklanmışlar ve,

"Siz ne düşünüyorsunuz hocam?"diye sormuşlar.

Bilge şöyle demiş;

"Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona arkadaş diyebildiğimde

ve yine yürürken önüme çıkan erkeği,zengin mi yoksulmu diye bakmadan, aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarımki sabah olmuştur,

AYDINLIK başlamıştır..."


Perşembe, Mayıs 21, 2009

eğer...

O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...



sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,



ve O, her durduğunuz yerde duruyor,


her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,


hüzünlendikçe ağlıyorsa...


dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu


bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...


hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,


O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...


her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...


her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...


bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez


özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,


iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...


iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...


eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın


O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...


kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...


özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...


hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...


O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,


vuslat sehere denkse...


gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;


bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...


uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...


dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,


bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...


Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,


sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...


...o halde bugün sizin gününüz!..


"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.


POZİTİF DÜŞÜNCE...

John Ruskin, ünlü bir İngiliz sanat eleştirmenidir.

Bir gün, Ruskin'in zengin bir arkadaşıyla akşam yemeği randevusu vardır.

Arkadaşı suratı asık bir şekilde gelir.

Anlaşıldığına göre, yemeğe gelirken arkadaşının göğüs cebindeki dolmakalem kırılmış ve kısa bir süre önce hediye olarak aldığı değerli bir mendilin üzerine çıkmayan Hint mürekkebi leke yapmıştı.

Arkadaşı mendili çıkarıp Ruskin'e gösterir.Kumaşın ortasında çok belirgin siyah yuvarlak bir leke vardır.

Adam o kadar üzülmüştür ki, yemeğine çok az dokunabilir ve eve aceleyle dönerken, mendili masanın üstünde unutur.

Ruskin, çıkarken mendili yanına alır.

Birkaç hafta sonra zengin arkadaşının evine bir paket teslim edilir.

Açtığında, kendisini çok şaşırtan ve sevindiren bir şekilde mürekkep lekeli mendilin harika bir sanat eserine döndüğünü görür.

Ruskin, biraz Hint mürekkebi almış ve yuvarlak lekeyi merkez noktası olarak kullanıp, bütün mendili kaplayan nefis bir desen çizmişti.

İnsanlar eğer pozitif düşünürlerse ve yaratıcı davranırlarsa, olumsuzlukları
başarıya dönüştürebilirler.

Ruskin, arkadaşının küçük üzüntü duvarına bir kapı açarak mutluluğunu sağlamıştı.

Hem özverili davranışı ile yaşamlarını zenginleştirmiş, hem de arkadaşının sevgisini kazanmıştı


Dildeki yare: yalan

Yalan, belki sadece bir kelimedir. Fakat zararları sadece söyleyenle sınırlı kalmaz. Duyan herkesi olumsuz biçimde etkiler.

Elbette ki, hiçbirimiz gözümüz gibi sevdiğimiz evlâdımızın yalan söylemesini hoşgörmeyiz. Çocuklarımız, küçük yaşlarda hayalle gerçeği ayıramayarak yalan söyleyebilirler. Dikkat edeceğimiz en önemli husus onları yalancı olarak adlandırmamaktır. Dediğini onaylamamalı, fakat alay da etmemeliyiz. Bunun yerine güzel bir dille konuşmalı, onu düşünmeye sevk etmeliyiz.

Karakterin temelleri ailede atılır. Daha sonra çevre ve eğitim yoluyla çocuğun kişiliği iyice şekillenir. Örnek olacağınız davranışlar, sözlerinizden bin kat daha etkilidir. Aslında doğru söylemek çok zordur. Doğru söyleyen insanın zor durumda kalmaması için hataya da düşmemesi gerekir. Hataya düşse bile bunu itiraf edecek, kendini ifade edecek güçlü bir kişiliğinin olması gerekir. Doğru söylemeye alışmış insanın yalanlarla hayatını sürdürmesi çok zordur, kişiliğine ihanettir ve acı verir. Bu yüzden doğru konuşan insan her yönden doğru olmaya kendini mecbur hisseder. Münafıklık alâmetlerinden birisinin yalan söylemek olması boşuna değildir. Çocuğa bunun bilincini verebilirseniz, istediğiniz gibi yetişmesini sağlayabilirsiniz.

Önce biz yalan söylemezsek çocuklar da bu konuda modeli doğru alarak bizim gibi olurlar. Yalan söylemiyor, fakat en ufak kabahatlerinde onları cezalandırıyor, sevgimizi esirgiyorsak, onlardan mükemmeliyetçilik bekliyorsak, onları başkalarıyla kıyaslıyorsak çocuklarımız yine bu davranışa yeltenebilirler.

İlgisiz kalan çocuklar da bazen yalanı ilgi çekmek için kullanırlar. Onlar özellikle, ailelerin hassas noktalarını kullanarak yalan söylemeye meyillidirler. Meselâ, aile çocuğa arkadaşını örnek verip övüyorsa, o arkadaşının kendine vurduğu yalanını uydurabilir. Bundaki amaç “Onları değil, beni gör!” mesajıdır. Aslında mesajın kodları doğru alınabilse, aile yanlışlarının da farkına varabilir.

Aile önem verdiği değerleri çocuğa baskı şeklinde hissettirdiği zaman çocuk bunu kullanır ve yalan söyler. Manevî değerler için çocuğun çok üstüne düşülürse öğretmeninin bu konuda ters bir söz söylediğini ifade ederek, kendisine yaramazlık yaptığı için ceza veren öğretmeninden intikam alabilir.

Yalan; menfaat, ödül, para için de söylenebilir. Çocuklara alın teri harcanarak kazanmanın değerini öğretiyor ve halinizden şikâyet etmiyorsanız, bunlara itibar etmeyecektir.

Evde televizyon seyrederken pasif durumda olmamalı, olaylar hakkında yorum yapmalıyız. Yalan üzerine kurulu dizileri mümkünse seyrettirmemeli, seyrettiriyorsak yanlışları çocuğa açıklamalıyız. Çocuk yalanın uzun vadede işe yaramayacağını bilmelidir. Küçükken annemin bize anlattığı yalancı çobanın hikâyesi ve kırk altınının yerini sırf annesi “Yalan söyleme!” dedi diye eşkıyalara açıklayan çocuk öyküsünü hâlâ hatırlarım. Böyle hikâyeciklerle, şarkılarla çocuklarımızın küçücük beyinlerine, iyiyi ve doğruyu yerleştirebiliriz. Ayrıca çocuk doğruyu söylerse cezalandırılmayacağını bilmelidir. Annemin söylediği “Doğruyu söylersen sana kızmayacağım!” lafı halâ kulaklarımda. Tabii bunun lafta kalmadığını da söylememe gerek yok sanırım.

Çocuğunu anlayan, dinleyen, sevdiği ve sevmediği her şeyin farkında olan ailelerin çocukları, doğru söylemeye eğilimlidir. Çocuklarınızla, sizin ailenizle asla konuşamadığınız konuları paylaşabilirsiniz. Unutmayın ki, yeni nesil eski nesilden iletişim adına önde olmak zorundadır. İletişimi güçlü olan ailelerin çocukları yalana başvurmadan rahatça içindekileri söyleyecek, saklama ihtiyacı duymayacaktır.

Çocuğun doğru söylemeyi seçmesinde ailesi kadar öğretmenin de rolü vardır. İyi bir öğretmen çocuklarını eşit görür ve ayırım yapmaz. Öğretmen de tıpkı ailesi gibi ona bu konuda doğru örnek olur. Aileden sonra örnek alınacak ikinci kişi öğretmendir.

Yalanın nedeni bilinirse onunla savaşmak da kolay olur. Sebebe göre önlem alabilirsiniz. Çocuk cezalandırılmamalı, fakat bu durumdan hoşnut olunmadığı belli edilmelidir. Çocuğa yalan söylüyorsun denmemeli, sürekli şüpheyle bakılmamalı, ona güvenildiği hissettirilmelidir. İyi arkadaşlar edinmesine ortamlar hazırlanmalıdır. Arkadaşlarını doğrudan kötülemek iyi sonuç vermez. Çocuğun bunu kendinin anlaması, farkına varması gerekir. Çocuk hakkındaki beklentilerinizi yüksek tutmayın ve onu hiçbir konuda zorlamayın. Zorlama yapan bir ailenin yalandan şikâyet etmeye hakkı olmayacağını bilin. Yalanı itiraf ettirmek marifet değildir. Önemli olan onu önleyebilmektir. Bu yüzden yalana savaş ilân edin. Ufak tefek yalanları görmezlikten gelmeyin. Sizin bunları bile hoş görmediğinizi bilsin. Eğer çocuk sizin yalanınızı bulup, söylüyorsa bunu telâfi yoluna gidin, siz de özür dileyin, örnek olun. Yaptığınızın doğru olmadığını söyleyin ve hatırlattığı için teşekkür edin. Çocuğa asla yapamayacağınız sözler verip güvenilirliğinizi zedelemeyin.

Gerçek yavaştır. Ağızdan ok gibi hızlı çıkıp herkesi kendine inandıran yalanı geçer, aydınlığı dünyayı sarar. Geriye yalanın getirdiği tahribatlar ve ona duyulan öfke kalır. Yüreğinizden huzur, dilinizden doğrular eksik olmasın.



Bir "SÖZ"

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir... Çünkü kimin kimi yiyeceğine, "suyun akışı" karar verir.

Ne Yarın Ne De Dün

Çok zaman önceydi.O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu.

İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı.

Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı.

Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan.

Bir parçasına dün dedi, diğer parcasına bugün, öteki parçasına da yarın.

Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu.

Dünü düsünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı;

ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı.

Farkında olmadan rezil etti bu gününü.

Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu.

Bir türlü beceremedi.Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı.

Bu günü eline yüzüne bulaştırdı... Mutsuz oldu insan.

Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı;

ama bugünü hiç yaşayamadı.Ne yarın ne de dün!*

Can DündaR

Küçük, küçücük bir hikaye

Japonya'da yaşanmış gerçek bir olay şöyledir: Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken, orada dışardan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce.

Muhtemelen bu çivi 10 yıl önce, ev yapılırken çakılmıştı. Peki nasıl olmuş da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamayı başarmış ? Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamak çok zor olmalı.

Böylece adam çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye başlar. Sonra nereden çıktığını farkedemediği başka bir kertenkele gelir ağzında taşıdığı yemekle... Adamı sersemletir gördüğü manzara. Bu nasıl bir sevgi? Ayağı çivilenmiş kertenkele, 10 yıldır diğer kertenkele tarafından beslenmektedir...

KALBİNİZDEKI SEVGİYİ ASLA ÖLDÜRMEYİN, SİZİ SEVENLERİ ASLA TERKETMEYİN !

Zaman hiç kimse için durmaz

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün..
Hesabına her sabah 86400 dolar para yatırılıyor.
Fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın,
ertesi güne transfer edilemez.
Paranı kullansan da, kullanmasan da
hesap her akşam sıfırlanıyor..

Ne yaparsın?
Tabiki hepsini harcamaya çalışırsın..

Hepimiz ZAMAN adlı bu bankanın müşterileriyiz ;
Her sabah,
86400 saniyeye sahip oluyoruz,
her akşam
gün boyunca kullanmadığımız saniyelerimiz kadar
zarara girmiş oluyoruz,
yarına transfer edilemez..

Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır..
Geri dönüş YOK!

Saniyelerini şu anı yaşayarak harca,
En iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap..
Mutluluk, Sağlık ve Barış için..

ZAMAN kaçıyor..
Her gün için, en iyisini yap.

Bir senenin değerini anlamak için ;
sınıfta kalmış bir öğrenciye sor...

Bir ayın değerini anlamak için ;
8 aylık bir bebek doğuran anneye sor..

Bir haftanın değerini anlamak için ;
haftalık dergi çıkaran bir editöre sor..

Bir saatin değerini anlamak için ;
kavuşmayı bekleyen sevgililere sor..

Bir dakikanın değerini anlamak için ;
treni kaçıran yolcuya sor..

Bir saniyenin değerini anlamak için ;
bir kazayı önleyemiyen sürücüye sor..

Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için ;
olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor..

Her anını değerlendir,
her dakikanı özel biriyle paylaş..
Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biri...

Unutma ! Zaman hiç kimse için durmaz.

Geçmiş zaman tarih, gelecek zaman ise gizemli,
şu an ise sana verilen gerçek bir armağandı


Türk hastalıklarıy mışşş..,

  • 1-Kardan adama tekme atma veya bozmaya calisma hastaligi,
  • 2-Yeni atilmis bir betona basma ve isim yazma hastaligi,
  • 3-Gazete ve dergilerdeki resimlere sakal, biyik ve gözlük yapma hastaligi,
  • 4-En iyi arabayi ben kullaniyorum zannetme hastaligi,
  • 5-Kar topunun içine buz koyma hastaligi,
  • 6-Cep telefonu kullaniminin yasak oldugu ortamlarda Illede görüsme yapma
  • hastaligi,
  • 7-Belediyenin duraklara koydugu saatlerin yelkovan ve akrebini sökme
  • hastaligi,
  • 8-Kumsalda Deve güresi yapma hastaligi,
  • 9-Sahin marka arabayi, Dogan görünümlü yapma hastaligi,
  • 10-Agaçlara ve parktaki banklara kalp ve isim bas harfi kazima hastaligi,
  • 11-Derslerini çalisip sinifini geçenleri inek sanma hastaligi,
  • 12-Meslegimizdeki ünvanimizi Ingilizce olarak söyleme hastaligi,
  • 13-Tikky olan insanlarin tikleri ile ugrasma hastaligi,
  • 14-Iskambil kagitlarindan kule yapan birinin kulesini Bozmaya çalisma
  • hastaligi,
  • 15-Cep telefonu ile bagira bagira konusma hastaligi,
  • 16-Reklam için duvarlara veya panolara yapistirilan afisleri yirtma
  • hastaligi,
  • 17-Tuvalet duvarlarini defter sanma hastaligi,
  • 18-Otobüs duraklarina "Atesli sevisirim beni ara" yazma hastaligi,
  • 19-Trafikte bizi geçen bir araçi mutlaka yakalayip onu geçmeyi ilke sayma
  • hastaligi,
  • 20-Sinyal verir vermez serit degistirip, kazaya sebebiyet verdigimizde
  • sinyal verdik görmüyonmu deme hastaligi,
  • 21-Ara yollardan ana yola çikacak araca yol vermeme hastaligi,
  • 22-Ünlü birini gördügümüzde ona el sallama hastaligi,
  • 23-Ünlü birini gördügümüzde onunla fotoraf çektirip çok samimiyiz havasi
  • verme hastaligi,
  • 24-Yasamadigimiz bir seyi yasamis gibi anlatip ona kendimizi inandirma
  • hastaligi,
  • 25-Otobüs duraga yanastiginda illede ön kapidan inmeye çalisma hastaligi,
  • 26-Otobüs koltuklarini yirtma ve üzerlerine acayip acayip yazilar yazma
  • hastaligi,
  • 27-Minibüs soföriyseniz begenmeseniz bile mutlaka kral fm dinleme
  • hastaligi,
  • 28-Trafikte kirmizi isikta dururken, yesil isik yanar yanmaz kornaya basma
  • hastaligi,
  • 29-Trafikte kirmizi isikta dururken burun karistirma hastaligi,
  • 30-Kimsenin herhangi bir konu hakkinda bilgisi olmadigini anladigimiz anda
  • o konu hakkinda atip tutma hastaligi,
  • 31-Elektrik,su,dogalgaz,vergi,trafik cezasi vb.. faturalari son gününde
  • ödeme hastaligi,
  • 32-Kar yagdiginda eve bolca ekmek alma hastaligi,
  • 33-Grup halinde bir meydana konan güvercinlerin üzerine kosup onlari
  • kaçirmaya çalisma hastaligi,
  • 34-Evli olanlarin bekarlara sakin ha evlenme demesi hastaligi,
  • 35-Ayni filme giden insanlarin filmden çiktiktan sonra filmi birbirlerine
  • anlatmalari hastaligi,
  • 36-18 yasina geldigi gün bara gitme hastaligi,
  • 37-Eline silah geçen birinin hemen o silahla saka yapma ihtiyaci duymasi
  • hastaligi,
  • 38-Arabayla yolda giderken tanidik birini görünce arabayi sakadan onun
  • üzerine dogru sürme hastaligi,
  • 39-Takim elbise giyince elini cebe sokma hastaligi,
  • 40-Tuttugu takim galip gelince havaya silah sikma hastaligi,
  • 41-Meslek arkadaslarina mesleki sakalar yapma hastaligi..

FIRSAT VARKEN

Biri beyaz biri kara iki kedi birbirlerinin omuzuna kollarını dolamışçasına kuyruklarını birbirlerine şefkatle sararak, birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar. Gölgeler akşam üstünü söylüyor. Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi. Yüzlerini görmüyoruz, ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu, uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.

Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik firsatlarını ne yapıyoruz? Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, omuzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omuzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizligini anlayabiliyor muyuz?...

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp kendimizi hep ileride bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir.

Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazzın hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün. Bir akşam üstü yanımızda kimse olmaz, ya da olanlar olması gerekenler değildir. Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir... Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağan üstü anları ve olagan üstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıklari "Bir gün" geçmişte kalmıştır oysa; hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omuzunuzun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boş verip "Nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıma çıkar." dediğinizdir. Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o, boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

HAYAT DİYE BİR ŞEY VAR

Nedir, ne oluyor, unuttunuz mu yoksa yaşadığınızı, günler, kızgın küller gibi bütün duygularınızı kavurup öldürerek mi geçiyor üzerinizden, arzuyla dudağınızı ısırdığınız olmuyor mu hiç, bir müzik sesiyle şöyle bir koltuğunuzda doğrulduğunuz, aniden bir yaz yağmuru gibi boşanıveren sebepsiz sevinçlere inanmıyor musunuz, bir ağaç gölgesinde bir an durmak, bir akşam üstü denize baktığınızda bu sonsuz suların kıpırtısına şaşmak yok mu artık, el ele tutuşmak, bir avucun bir başka avuca dokunmasının yarattığı ürperti de hayal hanesinde kendine bir yer bulmuyor mu, bitti mi bu macera, çekildiniz mi bu hayattan, hayatın sizin bulunmadığınız yerlerde yaşandığına mı inanıyorsunuz, daha bitmeden bitirdiniz mi her şeyi, yorgun ruhunuz yeni coşkular için hazır hissetmiyor mu kendini. Delirdiniz mi siz?

Şu köşe başında karşınıza ne çıkacağını ne biliyorsunuz, biliyorum genellikle köşe başlarında açlık, acı ve ölüm çıkıyor karşınıza ama kim bilir,belki eski bir dosta, belki güzel bir kadına, belki okunmuş kitaplar satan bir sahafa da rastlayabilirsiniz, bir piyano sesi duyabilirsiniz ya da bir Rumeli türküsü açık bir pencereden, bir söğüt ağacı görebilirsiniz çocukken kabuğundan düdük yaptığınız, dans adımlarıyla yürüyen bir çift bacak geçiverir önünüzden. bir oğlan bir ıslık çalabilir, hatta siz bile çalabilirsiziniz.

Ne sevinci, ne hayatı, ne eğlencesi para yok ki diyorsanız eğer ve eğlenmek için paranın gerekliliğine bu kadar inanıyorsanız, emin olun paranız olduğunda da eğlenemezsiniz, para eğlenmeyi çeşitlendirir sadece ama eğlenceyi yaratmaz, öpüşmek parayla değil, şarkı mırıldanmak parayla değil, acaba o şimdi ne yapıyor diye düşünmek parayla değil, tv'de iyi bir film seyretmek parayla değil, sizin için demlenmiş bir bardak çayı, bu benim için yapıldı diye neredeyse gururla alıp, bardağı ince belinden sıkıca kavrayıp içmek parayla değil. Bir bardak semizotunu sevinçle paylaşabilirsiniz ve hiçbir pahalı lokantada bir tat alırsınız, eğer bir tabak yemeği paylaştığınız, paylaşmak istediğiniz insansa.

Hayat diye bir şey var. Sadece sizin olan, sadece size ait, içinde sadece sizin gördüğünüz çiçekler açan, yalnızca sizin müziklerinizin çaldığı bir bahçe var, sokmayın oraya öyle herkesi, çiçeklerinizi başkalarının çapalamasını beklemeyin, şarkılarınızı başkalarına söyletmeyin, anladık ahmaklıklar oluyor, aptalca kararlar veriliyor, hepinizin hayatından bir şeyler çalınıyor, hayalleriniz teker teker buduyorlar, ümitlerinizi öldürüyorlar, çaresiz bırakıyorlar sizi, yenildiniz belki de, yenilginin ağır yaralarını taşıyorsunuz ruhunuzda ama gene de bir hayatınız var sizin, sadece size ait bir bahçeniz, durup soluklanacağınız, yaralarınızı yıkayacağınız, çiçeklerini seyredebileceğiniz bir bahçe, soğukta bir bira içebilirsiniz, bir ağacın gölgesinde durabilirsiniz bir an, sabaha karşı uyanıp her ay yeniden doğan hilale bir bakabilirsiniz, çok sevdiğiniz bir kitabı bir daha karıştırabilirsiniz, aşık olabilir ya da aşık olmayı düşünebilirsiniz. Sevdikleriniz özleyebilir ve bir gün yeniden kavuşabileceğinizi hayal edebilirsiniz, geceleri ağaçların daha değişik koktuğunu fark edebilirsiniz, yeni bir salata icat edebilirsiniz, sevgilinizi çırılçıplak soyup evde öyle dolaştırabilirsiniz, saçlarınızı her zamankinden daha değiş kestirebilir, evinize bir gün de başka bir yoldan gidebilirsiniz, alışkanlıklarınızı değiştirmek için kendinize karşı müthiş bir savaş açabilirsiniz.

Hayat diye bir şey var, her zaman size keşfedilecek geniş alanlar bırakan, ne kadar yaşarsanız yaşayın daima bilmediğiniz, kuytularına sokulamadığınız bir hayat, sadece size ait bir hayat.Biliyorum dertler çok, ahmaklıklar yapılıyor, sıkıntılar bitmiyor, günler birbiri ardına buruşup eskiyor, yorgunsunuz, belki yeniksiniz. Teslim mi olacaksınız peki? Hayal kurmayacak mısınız, çılgınca sevişmeyecek misiniz, ağaçlara bakmayacak mısınız, denizler şaşmayacak mısınız, ani ve sebepsiz sevinçlere inanmayacak mısınız, bir tabak semizotunun tahmin edemeyeceğiniz kadar lezzetli olabileceğini hiç düşünmeyecek misiniz, sizin için demlenmiş bir bardak çayı, bardağı belinden kavrayıp içmeyecek misiniz her şeyi. Delirdiniz mi siz? Hayat diye bir şey var, evet orada, elinin hemen yanında duruyor.

ROSE

Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki,yumuşak bir el omzuma dokundu... Döndüm... Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu... "Ben Rose" dedi.. "Benim adım Rose, yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.." Güldüm... "Tabii" dedim... "Hadi sarıl bana..." Öyle sımsıkı sarıldı ki... "Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım.. Minik bir kahkaha ile yanıtladı:

"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."

Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık... Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.

Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu. Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu...

Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u... Konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok...

Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...

"Ne kadar beceriksizim, değil mi?... Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..."

Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:

"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz... Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Hergün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...

Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak birşeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.

Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbirşey yapmayanlardır..."

Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi...

Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.

"Yapabileceğimiz herşeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...

Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:

"Çok Geç Diye Bir Zaman Yoktur"

Biraz sessizlik alır mıydınız?

Gürül gürül bir gürültüdür her yanı kuşatan! Ne karıncanın ayak sesi duyulur, ne yaprağın yere inerkenki hışırtısı takılır kulaklara; ne de yağmurun ansızın gökten boşanışı yarabilir bu anlamsız tantanayı! Her şey karışmış, iç içe girmiş; her yerin tek hakimi o olmuştur artık!

Kendine ait bir tınısı var mıdır gürültünün? Sanmam! O çok parçalı ve aritmiktir çünkü. Anlamlı anlamsız tüm sesleri tek tek toplar, mikserler ve tüm kulakları kendi tatsızlığıyla doldurup tek hakim olabilmek adına canla başla çalışır o. Çalışır ve bu varoluş gayesine ulaşmakta da pek zorluk çekmez doğrusu!

Örneğin, yaşanmış uzun yılların yorgunluğuyla çıktığı yokuşta dura kalka yol alan yaşlı ninemin baston sesini duyamıyorsam, duyamıyorsak artık; o kazanmış sayılmaz mı şimdi? Her bir adım atışta tık tık yere vuran o yorgun ve dingin bastonun ince sesini duyamayacak, o naif tıkırtıya dönüp de bakamayacak kadar kapılmışsak bu girdaba; kim kazanacaktır ki başka!



Ne mükemmeldir, Sait Faik'in o 'Hişt Hişt!" isimli hikayesi! O değil midir, bir 'Hişt hişt!' sesi duymasa etrafında olup bitenin farkın varamayacak nicesini resmedip tek tek yüzlerimize ayna tutan, "Bu hişt hişt sesi gelmedi mi fena!" diyerek inceden inceye sitem eden?

İlla ki bu sese ihtiyaç vardır sanki! Zira biri önümüzü kesip "Dinle bak! Duyuyor musun?" demese ya da arkamızdan "Heeey!" diye seslenip ansızın kaybolmasa ne kafamızı kaldırıp sağa sola bakacağımız, ne de adeta yarıştığımız zamanın dışına çıkıp farklı bir şeylere kulak kabartacağımız vardır.

Şimdi buna "Suç gürültünün!" mü demeli; yoksa içindeki gürültüyü yenemediği için dışındaki gürültünün ağına kolayca takılan "çağın huzursuz ve fazlasıyla meşgul insanı"na yakın plan mı vermeli?

Doğrusu ikinci olsa gerek. Zira su uyuyor şeytan uyumuyorsa; gürültü de bulduğu boşluktan içeri sızacaktır elbet! Bu tehlikeli sızıntıya teslim olmamak için her şeyden önce içeride bir ritim yakalamalıdır şüphesiz. Her kim ki kendi melodisini, kendi armonisini yakalayamaz; o anlamsız ve yutucu gürültünün pençesindedir işte!

Kendine ait anlamlı müzik kalıpları, gözden kaçırılanı yakalamada usta gözlükleri ve yığın olmaktan koruyan kendine has filtreleri olmayan herkes bir avdır sonuçta!

Hayattaki en güzel üç sesin para sesi, kadın sesi ve su sesi olduğunu sayıklayarak nefes alıp veren, sesin ve sessizliğin ne olduğunu bilmeden ömür sürdüğünü zannedenler ise; ava giderken avlananlardan bir iki örnek işte...



Arabayı stop edip kenara çekmelidir bazen. Hızlanmaksa tüm dert tasa, bazen hızlanabilmek için köküne kadar frene basmak ve bir mola vermek gerektiğini de ırak tutmamalıdır gözden! O molada, bekleyişte sessizlik vardır var olmasına da; acaba o sessizlikte neler vardır ona bakmalı!

Sessizlikte yüklenir ağlar!

Hem nice sesler gizlidir sessizlikte;

nefesini tutmadan bilemezsin...


Sahi biraz sessizlik alır mıydınız?


Salı, Mayıs 19, 2009

Simsiyah bir duvar....,

Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylasan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.

"Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak bos, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya"

Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar, iste o anda duvar kenarındaki adam düğmeye bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, iste bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.

Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.

Başını kaldırdı ve pencereden baktı

"Simsiyah bir duvar"

Hangisini seçeceksin???

Akıl “Geleceğini düşün” derken,
Aşk “Ne geleceği? Ne zaman Azrail ile karşılaşacağını biliyor musun?” der.

Akıl, anlık mutlulukların sonu olmadığını, bir düzen kurman gerektiğini söyler,
Aşk ise anı yaşaman için bastırır.

Akıl, kaybedeceklerini hesapla diyerek dikilir karşına,
Aşk ise gemileri yakman için ateşi tutuşturmaya kalkar eline.


Akıl, paran yoksa bu hayatta adam gibi yerin yok, beni başına topla derken,
Aşk, o aklı başından almak için pusuya yatmıştır bir yerlerde.

Akıl, sükûneti, huzuru tavsiye ederken,
Aşk hemen devreye girer ve serüvensiz bir hayatı, otların da yaşadığını fısıldar kulağına.

Akıl, zararlı alışkanlıklardan uzak durmayı, tutkuları denetim altına almayı öğütlerken,
Aşk, bu dünyada Akıllı insanların değil, tutkularıyla yaşayanların arkalarında izler bıraktığına yemin üstüne yemin eder.

Akıl, yaşının adamı ol diye gözlerini kısıp kaşlarını çatarken,
Aşk, içindeki çocuğu sakın ola öldürme diye öğüt üstüne öğüt verir.

Akıl, içinde yaşadığın toplumun hiç değilse genel olarak normlarını kabul et derken,
Aşk tam bir başkaldırıya çağırır.

Akıl, sayısız tehlikeyi sıralayarak kendini korumanı önerirken,
Aşk, ruhunu bile çırılçıplak soymanı ister.

Ve sen, ya aklı seçersin ya da aşkı...

Seçim senin...


Bülbül Olmasaydi Gül Bunca Nazi Kime Eylerdi!

Bülbül güle aşık olunca durmadan yanı başında feryat eder.gül hep susar.gül sustukça bülbülün feryadı dağı taşı inletir.bülbülün güle aşkını duymayan kalmaz.gül ise aşkını içinde yaşar.ateşler içinde yandıkça,dumanıyla etrafına güzel kokular saçar.gülün kokusu aşkın kokusu olur.
Gül olmasaydı bülbül feryadü figan eylermiydi?
Bülbül olmasaydı,gül bunca nazı kime eylerdi?
Fuzuli,gülü,kan ile beslenen zalim ve vurdum duymaz sevgili olarak mısralarına döktü.çünkü bülbül gece gündüz demeden gülün yanı başındaona nağmeler döktürmüştü.ama gül,bülbüle bir kerecik olsun başını kaldırıp bakmadı.sonunda bülbül dayanamayıp gülün dikenini bağrına bastı.bülbülün al kanı gülün yapraklarında gülümsedi sevgiliye dokunabilmenin verdiği mutlulukla.
Suskun gül konuşabilseydi,bülbülün nağmelerine cevap verebilseydi,neler demezdi ki?....ben de seni sevdim ey bülbül!aşkım dilimde değil lisanı halimde.her yaprak açışım sana cevaptı.bu bendeki güzel koku,sana olan aşkımdandı.dur ne olur gitme!bilirim ki dikenlerim bağrını deler.yaslanma bana;öyle bir varlığa yaslan ki,sonsuzluk aşkını yaşa.bülbül,ezeli gül bahçesinin hasreti içinde feryadı figan etti.bülbülün aşkı güldü,ama çilesi dikeniydi.bu yüzden aşk yolu çileydi.aşıklar hep cefa çekerdi!bülbülün kısmetine de çile düştü.
Bülbül gülde aşkı gördü.her gece seherlere kadar maşukunu özlemle bekledi.çünkü aşığa uyku haramdı.aşk ehlinin uyuduğu nerde görülmüştü ki!zahirde uyur gibi görünse de kalbinin daim uyanık olduğu bilinirdi.aşıklar gülün yılda bir kez açmasını Muhammed Mustafa'nın nurunun gülümsemesi bildi.onun için gülaşkın ve tasavvufun sembolü oldu.bülbül ise,ilahiaşk içinde yanan can ve ruhtu.bu sebepten bülbül ezeli gül bahçesinde durmadan feryat etti.

Bir sonbahar masalı...

Kim tutabilir içimdekileri kim anlayabilir
Pervasız çıka gelen herşeyi dostum bildim sevdim sevildim
Neler ekledim kücücük yüregime
Büyüten olmadı solmadım soldurmadım.


Sonbaharını yaşıyor şimdilerde ömrüm
Yaz gelmeliydi artık yaz'lar kime yazılmıştı
Kıskıvrak yakalandım yine
Bir yeşil yaprak kadar canım vardı
Şimdi kurudum dalından koparıldım
Yerlerdeyim hoyrat rüzgar bir oraya bir buraya savuruyor
Asi ruhum kafa tutuyor rüzgara, bir yerde durmalıyım diyorum.



Neler götürüyor ömrümden sayılı zaman
Biten her hikayeye bir mutlu son yakışır
Virgül koymalıydım yerini aldı noktalar
Yazamadım yazılmamıştı mutluluklar.
Bir bakışta ölmeliydim belki
Bir bakışta can bulmalıydım ara sıra
Herşey olmuş önümde bir koca yığın
Ayıkla şimdi gözümün yaşını


Ben ben'e yine yeniliyorum.
Kimseler anlayamadı beni ''ben'' bile
Yazıklar olsun bana bakmadığım aynalar bile kırılıyor
Bir bardak suda fırtınaları koparan ben
Kendime yenilmiştim işte
Esiyor geçiyor bitiyor ömrüm.


Hayatın İçinden...

Bişeyler üretiyor ama yavaş yavaş ürettiklerini tüketiyorsun... Bittiğini
eridiğini hissediyorsun, yerinden oynamış veya hiçbir zaman kendi yerini
bulamamış taşları yerlerine yerleştirmeye çalışıyorsun. Olmuyormu, yoksa
olmasını mı istemiyorsun?..

Tükendiğini hissediyorsun ama nasıl dirilmen ve ayağa kalkıp mücadele
etmen gerektiği konusunda hiç bir çaba sarfetmiyorsun... Bildiklerinin seni
yanlış yollara sürüklediğini düşünüyorsun.. Üretmiyorsun tükettiğinin yerine
üretemedikçe ne kadar kısır,boş olduğunu ve içinde su olmayan havuzda
yüzdüğünü hissediyorsun... Geceleri kendinle nefsinle yüzleşiyorsun
gerçeklerden kaçmak mümkün değil onun içinde kararlar alıyorsun yaşamınla
ilgili gecenin geç saatlerinde;o dinamizimle birdaha yanlış yapmama adına
verdiğin sözlerin sana verdiği huzur ve cesareti ile sabaha ulaşıyorsun
peki sabah evet sabah neler oluyor gecenin cesareti yerini ürkekliğe
nefsin heva isteklerine bırakıyor gecenin duygusal sorgulamasında
hatırladığın yanlışlar ve korkuların yerini dünyanın geçici metaına
bırakıyor ve bir hayalperest miyim acaba diyorsun kendi kendine ve bu
ikilemden kurtulmak adına çözümler bulmaya çalışıyorsun. Yitirdiklerinin
yerine geçebilecek olanları görmek istiyorsun, ama senden o kadar uzak
oluyorlar ki, onları yakalamak için yıldızlara ulaşmak gerektiğini
düşünüyorsun.O yıldızlardan biri olabileceğini bildiğin halde nefsinin
bencil tutkularına yenik düşüyor ve dünya metaının cazibesi ne
aldanıveriyorsun. Yüregin,beynin ve dilinin üçgeninde devamedip giden bu
çelişkiden kurtula bilmek için sadece bir olan allaha teslim olman
gerektiğini bildiğin halde kendin için hiç bişey yapmıyorsun..

Yalnız kalmak istiyorsun ve bazen keyifde veriyor yanlızlık kendinle
,yüreğinle , yaptıklarınla başbaşa kalıyor ve belkide hayaller kuruyorsun,
kendini bu anlarda öyle duygusal hissediyorsun ki gerçeklerle karşılaşmaktan
korkuyorsun.. Keşkelerle geçen yalnızlık anları,halbuki geçen anın geri
gelmiyeceğini bildiğin halde ve keşkelerin anlamsız ve saçmalığına rağmen;
soyut ifadelerle anlam kazandırmaya çalışıyorsun yaşamına ama hayallerle
gerçekleri karıştırıyorsun somut olarak yaşamın için ahiretin için hiç
birşey yapmıyorsun gerçekte hayallerle yaşanmıyacağını bildiğin halde...
Gündüzün karmaşası ve yaşamın yükünü taşıyamayacağını düşünüyorsun ve
kendinden kaçmaya çalışıyorsun halbuki neden vaya nereye! cevabını vermek
istemediğin bu soruları hep arkana atıyorsun gerçeklerin üzerini
hayallerinle örtmeye çalışıyorsun...

Sana sunulana sitem ediyorsun ama sonrada bunu kabul etme zorunluluğu
duyuyorsun evet sen üretmiyor tüketimide bilinçsiz yapıyorsun,düşünmüyor
kendin için birşey yapmıyor birilerinin düşüncelerini kendine hayat tarzı
ediniyorsun bazen birşeyler yapman gerektiğini düşünüyor ve ahiret ölüm
korkusuyla kapısından girenlere cennet vaadeden fikir yerine zehirli atık
üreten cemaatlar,hoca,haham,şeyh,papazların peşinden
gidiyorsun
...

Rüyalarındaki seni bulmaya çalışırken altından çıkan başka
senlere rastlayınca şaşırıyorsun,başkası mı yoksa soruyorsun kendi kendine
çünkü sen kendini ruyalarında hayallerinde arıyorsun.Gerçekten uzak
yaşamınla sana cennet vaadeden insanların ve ayak uydurmak durumunda
kaldığın düşüncelerinin sürekli aynı kalacağını zannettiğin zamanları
düşünüyor ve gülüyorsun kendi kendine ...Kendini anlamaya çalıştığın
yaşamını,yaşantını sorguladığın ve gerçekte allaha vereceğin hesabında
yanlış olduğunu düşündüğün gecenin duygusal anlarında aldığın kararlarınla
bağdaşmayan bir yaşam sürdüğün anlarda düştüğün çelişkiler öyle içinden
çıkılmaz bir hale giriyorki çelişkilerden kaçmak ve bir çıkar yol bulmak
istemiyorsun artık

Mantığını gerektirdiği gibi çalıştırıyorsun olması gerektiği şekilde
düşünüyorsun bazen, ama bu düşünüşün gerektirdiği olması gereken ve senin
nefsinin bencil tutkularına dur deyip gerçeklere dönemeyişin bir Allahcı bir
kulcu yaşamınla bazen cemaatin ,bazen şeyh,hoca bazende duygusal anlarda
aldığın kararlarla örtmeye çalıştığın gerçeklerle yüzleşmek seni öyle
kanatıyor ki bazen bu gerçekler karşısında düşüncelerinden kaçışına bile
tanık oluyorsun. Düşündüklerinin değişmesi seni "kendim olmaktan çıktım
artık" konumuna sokuyor...Polyannacılık oyununa başlıyorsun.. Oyunun biricik
kahramanı sensin ve rolünü başardıkça mutlu oluyorsun. Çelişkiler içinde
yüzerken yanılgılarının farkına varıyorsun..Kalbinle konuştuğun zaman
düştüğün yanılgıların ne kadar derin izler biraktiğini anlıyorsun bir
an..Kendi kendine gecenin o keşkelerinden birini çekiyor ve "keşke kalbimden
çok beynimle konuşsaydım" diyorsun...

Yanılgılarınla yüzleştikçe bu yanılgıların üstüne ne kadar gittiğinin
farkına da varıyorsun..Gitmiş miydin acaba...Bunu da görmek istiyorsun ama
gitmemiş oldugunu göreceğin için bundan korkuyorsun...Saklı kalan bir şeyler
oldugunu biliyorsun ama bunları itiraf edememenin saklamış olmanın sende
bıraktığı derin izleri de silmek istemiyorsun.

Gerçekten doğruları ortaya koyduğunda..
Sığındığın yerlerin dışardan çırıl çıplakgörünmesinden yani kralçıplak denmesinden korkuyorsun ve tüm bu kargaşaya ahlar ,vahlarla geçen
yaşamına son verip yeni bir sen yeni bir ben oluşturmak ve sadece bir olan
allaha teslim olarak onun istediği gibi bir hayat sürmek yerine
çelişkilerle dolu hayatının yanlışlarını örtmeye çalışarak cennet hesabı
yapıyorsun kolay olan dururken ikiyüzlülüğü zoru seçiyorsun ve kendini
kandırmaya devamediyorsun çelişkiler içinde bunalan benliğini rahatlatma
adına aslında herkez maske takar anlıkta olsa diyorsun ama kendinde öyle
maskeli olduğun için ne o maskeleri indirecek gücü buluyorsun kendinde nede
o maskenin altındaki gerçekleri görme cesaretini...
Anlamamak adına
karşılaştığın doğruları çelişkilerinle örtmeye çalıştığın anlarda
gerçeklerle karşılaştığında belirsizliğin içine düşüyorsun...Belirsizlik
denizinde attığın kulaçların seni bir yerlere götürdüğünü düşünürken hep
aynı yerde olduğunu göremeyeceksin...Belirsizlik sadece heyecan verecek
sana....

O halde kendinle nefsinle yüzleşmekten kaçmamalı ve hala yaşıyorken tüm
çelişkilerden uzaklaşarak doğruların üzerini örtemiyeceğinin bilinci ile ,
peşine düştüğün hoca,şeyh,haham ve papazları ya da bu beleş cennet
pazarlamacılarının kaynaklarını karşına alarak "Bu ne hal ve bu bilgi beni
niye kurtarmıyor niye ben böyle çelişkilerle doluyum?" sorusunu sormadıkça
ve cevabını aramadıkça dünya rezaletinden kurtulamadığın gibi Ahiret
azabından da kurtulamıyacaksın.İnsanın dünyası ve ahireti, ancak inandığı ve
bu inancına bağlı olarak yaptığı davranışlarla şekillenir. Bunun zorlama
götürmez bir gerçek olması teslimiyetin gereğidir.

Ucuz bir tercihle
yapılacak batıl sığıntılarla dolu tekrarlar oluşturmadan önce iki kere
ikinin fasılasız herkes için dört ettiği gerçeğini kabullenmek gerekir. Bu,
eşyayı yerinde ve asli kimliğiyle tanımlamaktır. Tanımlamanın
belirsizleştiği yerde yorumlama da felç olacaktır. Aklı olan her insan bir
şekilde taraftardır. Eğer iradesi kendi ellerinde değil de başkaları
tarafından kumanda ediliyorsa birilerinin hesapları uğruna bu vazifeyi
yürütür. Bu işin hiçbir zaman sıfır noktası yoktur.vede olmuyacaktır.