Pazartesi, Haziran 29, 2009

Gelin ve Damat coşarsa :D

İlk gören Kimdi?

Dünya yaratıldığı gün üzerinde bir güneş parlıyordu.
Fakat onu gören yoktu yeryüzünde.
Çünkü dünyada canlı yoktu.
Milyarlarca yıl sonra, canlılar tek tek hayata gözlerini açmaya
başladılar ve tepelerindeki güneşi ve o güneşin aydınlattığı bir dünyayı gördüler.
Ama nasıl gördüler ?
Güneş ışığının görülebileceğini onlara bildiren kimdi ?
Gözler yaratılmadan önce "görmeyi" bilen kimdi.
Elektromanyetik radyasyonu alıcı hücrelerle toplayıp elektrik akımıyla
görüntüye çevirmek ve hayal perdesinde sinema filmi gibi oynatmak kimin fikriydi ?
Tabiatın mı ?
Oysa tabiatın kendisi ortalıkta yoktu o zaman
Tesadüfün mü ?
Oysa tesadüf, anadan doğma kördü. Ve kendisine hiçbir zaman bir yer
bulamadı kainatta. Hiçbir şeye parmak karıştırmadı.

Öyleyse güneşi oraya yerleştirenden başka kim gördü güneşin ışığını ?
Ve kim gösterdi bütün canlılara ?

Derviş Kaşıkları..,

Derviş Kaşıkları
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine. "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu
yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce
sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra
hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak
çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda
kaşıklar.

Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart
koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar
uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En
sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan..
Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım
yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar
gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu
kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler
çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan. "İşte" demiş ermiş. "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür
ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa
o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat
pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman

MEVLANA ve insan..,

İNSAN SEVGİSİ :

Mevlana'nın nazarında insan son derece değerli bir varlıktır.
"alemden maksat insandır"

"İnsanın bir soluğu , bir cana değer;
Ondan düşen bir kıl , bir madene değer.
(Rubailer,7


Aşk Geldi , Damarımda Derimde Kan kesildi . Beni kendimden aldı sevgiyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ötesi hep 0......”.

Alınan sevgi Allah katından alınıp tüm insanlara yansıtılmaktadır. Bu sevginin kemale erişi ise , aşığın aşkta yok oluşudur. İşte gerçek yokluk noktası ilahi vuslattır.
Şu sözü tüm söylenenleri topluyor. "Aşk’sız olma ki ölü olmayasın , aşk’ta öl ki diri kalasın".

Mevlana aşkı ve Tanrıya ulaşmayı şöyle anlatır. “Hamdım, Piştim, Yandım”.

Asl olan sevmedir. İnsan mayasındaki bu duyguyu arıtmalı ve ayıklamalıdır. Bedenimiz bir arı kovanı gibidir.

Bu kovanın balı ve mumu da ilahi aşk’tır. İşte sevginin insana egemen olması evrensel barışı da, dünya kardeşliğini de yaratacaktır. Dostluğun da , sulhun da temeli sevgidir. Her şeyi ve her yaratığı sevmek ruhu olgunlaştırır, insana huzur verir. Bu sevginin kapıları Tanrı sevgisiyle açılır.

“Oğul düşmanının Seni Sevmesini İstiyorsan, kırk gün onun iyiliğini iste, sana karşı düzelecektir. Zira gönülden gönüle yol vardır”.

Ancak insan kendisindeki bu değerleri idrak ettiği , varlığındaki cevheri keşfettiği zaman insan olma özelliğini taşır ;

"Canında bir can var, o canı ara ...
Beden dağında bir mücevher var , o mücevherin madenini ara ...
A yürüyüp giden sufi , gücün yeterse ara ;
Ama dışarıda değil , aradığını kendinde ara."
(Rubailer, 22)

"Sen su değilsin , toprak değilsin , başka bir şeysin sen...
Balçık dünyadan dışarıdasın , yolculuktasın sen.
Kalıp bir arktır, can o arka akan bengisu ;
Fakat sen , senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur." (Rubailer, 205)


İnsan yalnız bedenden ibaret değildir. Ona hayat veren , Hak nuruna dost olan ruhtur. Bu gerçeği bilen ve ruhunu dosta yöneltenler gerçek insandır ve bunlar melekten üstündür.


Ancak insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsana ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir. Tavus kuşu gibi azametli , kaz gibi hırslı , horoz gibi şehvete düşkün olmak ve karga gibi olmayacak ümitlere düşüp , uzun ömre tamah etmek. (Mesnevi, V/31-52)


"Sevgide güneş gibi ol,
dostluk ve kardeşlikte
akarsu gibi ol,
hataları örtmede gece gibi ol,
tevazuda toprak gibi ol,
ofkede ölü gibi ol,
her ne olursan ol,
ya olduğun gibi görün,
ya göründüğün gibi ol."

"Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok.
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok."

Truvalılar(Troyalılar) Türk müydü?

Radikal Gazetesi yazarı ve iletişim profesörü Haluk Şahin, dünkü köşe yazısında sinemalarda gösterime giren ‘Truva’ filmini konu alarak, ‘Troyalılar Türk müydü?’ sorusunu ortaya attı. Bu sorunun Ortaçağ’dan beri tartışıldığını anlatan Şahin, şunları yazdı:

TROYALILAR Türk müydü? Hadi canım, bu saçma soru da nereden çıktı demeyin. Bu soru ortaçağdan bu yana yerli yabancı pek çok kişi tarafından sorulmuş ve tartışılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde, özellikle Osmanlı donanmasının tüm Akdeniz’de üstünlük sağlamasından sonra, Rönesans Avrupası ‘Bu Türkler de nereden çıktı?’ diye sormaya başlamış.

O dönemde pek çok kişi tarafından kabul edilen bir teoride, Türkler aslen Troyalı savı öne sürülmüş. Adları, Troya düştükten sonra Asya’nın içlerine kaçan Troyalı generallerden Turkus’tan geliyormuş. Binlerce yıl Asya’da kalan Türkler, Troya yenilgisinin öcünü almak için geri gelmişler, almışlar ve Avrupa’ya yönelmişler. (Kaynak: James Harper, Rome vs. İstanbul: Competing Claims and the Moral Value of Trojan Heritage)

Ünlü tarihci Gibbon’un bile Roma İmparatorluğu’yla ilgili dev eserinde değindiği gibi, bir başka açıklamaya göre; Türklerin soyu, Homeros’un değilse bile Virgil’in sözünü ettiği cengáver ‘Teucri’den geliyormuş.

‘Türk’ anlamına gelen Latince ‘Turci’ ve İtalyanca ‘Turchi’ sözcükleri buradan esinlenmiş...

1453’te İstanbul’un muhasarası sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Sultan İkinci Mehmet’ten ‘Troyalıların Prensi’ şeklinde söz etmiş. (Kaynak: Terence Spencer, Turks and Trojans in the Renaissance)

Deneme türünün babası sayılan Montaigne, Fatih Sultan Mehmet’in Papa İkinci Pius’a yazdığı mektupta ‘İtalyanlarla aynı kökten olduğumuz ve onlar gibi Hektor’un öcünü almak hakkımız olduğu halde, İtalyanların bize düşmanca davranmalarına ve Rumları korumalarına şaşıyorum’ yazmış.

Gerçekten Roma İmparatorluğu’nu kuranlar ve yönetenler de kökenlerinin Troya’da bulunduğunu öne sürüyorlardı. Virgil dev eseri Aenid’te Troyalı Aenas’ın Roma’ya gidiş öyküsünü anlatır.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden birkaç yıl sonra Çanakkale’ye Troya’nın bulunduğu bölgeye gelerek o büyük savaşın kahramanlarına övgüler düzdüğü ve Yunanlılardan Hektor’un öcünü aldığını söylediği tarihçi Kritopulos tarafından anlatılır.

Türklerin Troyalı olup olmadığı Rönesans döneminin önemli tarihsel tartışmalarından birisini oluşturmuş. Özellikle başlangıç dönemlerinde Katolik Avrupa’nın, Troya kökenli Türklerin ‘yoldan çıkmış’ Yunanlıları yenmesine sempatiyle baktığı anlaşılıyor. Hatta bir şair ‘Yunanlılar antikçağlarda kendilerinden başka herkesi barbar saymalarının cezasını çekiyorlar’ diye yazmış.

KİLİSE VE PAPA BAŞROLDE

Ne var ki, Türklerin Avrupa’daki ilerleyişi Katolikleri de korkutmaya başlayınca bu kez tam tersi savlar ön plana çıkmış. ‘Káfir’ Türklerin asalet sembolü Troyalıların torunları olamayacağı, gerçek Troyalılığın Kutsal Roma İmparatorluğu’na ait olduğu vurgulanmış. Katolik Kilisesi ve Papa, Türklere yönelik bu dışlama kampanyasında başrolü oynamışlar. Türk tekrar ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘dışarıdaki’ rolüne itilmiş (Yer darlığı dolayısıyla Avrupa’da bazı Katolikler tarafından bugün söylenenlerle o zaman söylenenler arasındaki paralelliklere şöyle bir değinip geçiyorum.)

Sabahattin Eyüboğlu ‘Mavi ve Kara’ adlı denemeler kitabında Mustafa Kemal Atatürk’ün yanındaki bir subaya ‘Dumlupınar’da Troyalıların öcünü aldık’ dediğini yazar. Bu gerçek midir, yakıştırma mıdır, bilemem. Yakıştırma olsa bile, yakışan bir yakıştırma olduğuna kuşku yok.

Tarihçi Reşit Saffet Atabinen’in ‘Türklerin Avrupalılarla Müşterek Troya Menşeleri Efsanesi Üzerine Araştırma’ adlı ve 1951 tarihli bir kitabı olduğunu değerli düşünür Arslan Kaynardağ’ın ‘Troyalıların Türklüğü Konusunda Düşünceler’ başlıklı yazısında okumuştum (Cumhuriyet, 6 Mayıs 1994). Ne yazık ki, o kitabı bulabilmiş değilim...

Gördüğünüz gibi ‘Troyalılar Türk müydü?’ sorusu o kadar da uydurma bir soru değil.

Günümüz Türklerinin tarihsel rol olarak Troyalı olduğuna ise hiç kuşkum yok!

İdeoloji nedir ne değildir?

ideolojiler insan idrakine giydirilmiş deli gömlekleridir" diyor Cemil Meriç..
ideoloji, "ben bilirimcilik, bildimcilik" değildir. Düşünce faaliyetlerinin somut mevzulara yansımasıdır aslında..

Fikirler bilimi tanımı ne derece doğruysa, günümüzde de o derece geçerliliğini devam ettirmektedir.

ve yine garstin; "bir tarih felsefesi, insanın somut gelişiminin ayrıntılı bir çözümlemesi, aynı zamanda geleceğe yönelik bir izdüşüm ve eylem planıdır" der ideoloji için..

Düşünmeye devam ettiğimiz sürece ideolojiler var olacak. Somur fikirleri soyut fikirlere uyguladıkça ideoloji var olacak. idea kelimesinin nereden geldiğini anlayabilen aydınlar olduğu sürece ideoloji var olacak..

Dikkat çekmek.,

Biraz da psikolji üzerinde konuşalım dimi ama.

Bu aralar birini gözlemliyorum .Dikkat çekmek için olmadık şeyleri yapıyo ,öyle olmadığı halde kendini öyle göstermek için öyle şeyler yapıyor ki gülüyorum.

Peygamber Efendimizin bir hikayesi var.hatırladığım kadarı yazacağım.Şimdi Peygamber Efendimiz ve Sahabeler bir savaş sırasında galiba.Dinlenmeye ve yemek yemeye çekilmişer.Bir koyun kesilecekmiş.Herkes bir ucundan tutmuş işin.Kimisi kesecek,kimisi yüzecek,kimisi ateş için odun toplayacak.Peygamber Efendimizde yardım etmek istemiş.Bir sahabe demiş .Resulallah biz varken sana düşer mi ? Pegamber Efendimizin bu konuda davranışı tamamen Allah (c.c) farklı olanları sevmez.tam hatırlayamadım hikayeyi ama özeti Farklı olmanın Peygamber Efendimiz tarafından dile getirilişi verdiği anlam yani.

Ama bizim günümüzde herkes farklı olmak için özellikle çaba harcıyor,kimisi saçıyla giyinişiyle bir farklı olma çabasında.Şimdi tam toparlayamadım ama insanlar niye bunlara ihtiyaç duyuyor?

İçimizdeki Düşman...

Napolyonun üstünden bir buçuk asra yakın zaman geçti.Yinede her yıl hemen hemen her dilde ona dair bir iki cilt çıkar.Atatürk için yirmibirinci asrında yirmikinci asrında ortalarında Türk gazeteleri 10 Kasım sayılarını ona ayıracaklar...

Biz bu türlü kıyaslamaları sevmeyiz.Fakat şüphe yokki bizim için,yakın,orta ve uzak doğu milletleri için Atatürk,Napolyon’un Fransa için ve batı dünyası için olduğundan daha büyüktür.Napolyon fransa’yı kurtarmıştı.Atatürk Türkiye’yi kurtarmıştır.Napolyon bozgunlarda mesleğini ve sürgünlerde ömrünü bitiren bir büyük askerdir.Atatürk Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış harplerinde dahi zaferleri ile tanınmış nihayet son zaferi üzerine bir yarı sömürgeden bağımsız milli Türk devletini kurmuş büyük Asker .Napolyon ıslahatçı idi,fakat onun ıslahatı ,geri ve karışık bir topluluğu kültür ve medeniyet buhranlarından kurtaran Atatürk İnkilapları ile boy ölçüşemez.Bu inkilaplar şimdi aynı şartlar içinde ki topluluklar için yol gösterici bir mektep haline geldi.Bu mektebin adı ‘’KEMALİZM’’ dir.

On beş yıl Atatürk’ün yanında bulundum ondan aldığım en büyük ders bir ideale bağlı kalmak ve hiçbir sebeple ondan fedakarlık etmemektir.Cumhuriyet ilan edilmeden önce bir grup toplantısında aşağı yukarı demiştiki:

- Biz umumi işlerimizde halkın temayüllerini dikkate almak zorundayız.Fakat prensiplerimiz bahis konusu olduğu zaman,tek başımıza da kalsak onlardan hiç birini fed edemeyiz.

Atatürk’ün ideal savaşları ilk gençliğinden ölümüne kadar sürdü.Bu yüzden bütün hayatı eşsiz bir ahenk gösterir.Yüzbaşı iken ne ise,devlet başkanı ikende o dur.Bu ahengin sırrı Atatürk’ün bir ideal adamı oluşundadır.

O ilk gençliğinden beri ,hemen hemen bütün çağdaşları aksine düşmanı dışarıda olarak görmüyordu.Batı dünyası canımıza kast ettiği için dağılıp bitip gidiyoruz fikrinde değildi.Asıl Türk düşmanı biz kendimizdik.Geriliklerimize mukaddes gelenekler gibi yapışarak ,üstün kültür ve üstün medeniyete karşı ancak bizi yıkıp parçalayan kör bir savaş veriyorduk.İlk yapacağımız şey çağımızdan olmaktı.Batı medeniyetleri toplumuna katılmaktı.Kültürce ve tefekkürce onlardan olmaktı.Atatürk can çekişen hasta adamı inkilapları ile dirilttiğinden beri nerede batının Düşmanlığı?biz şimdi Batının en yakın dostları arasındayız.

Atatürk batı emperyalizminin pençesinden ilk kurtardığı bir doğu milletinin kahramanı olarak, Asya ve Afrika’nın yarı ve tam sömürgelerine kurtuluş kılavuzu olmuştur.Çin kapitülasyonlardan Türkiye’den sonra silkinmiştir.Müslüman Topluluklar içinde ilk Hürriyetine ve haklarına kavuşan kadın Türk kadınıdır.Asya ve Afrika ‘da bütün Müslüman milletlerin kadınlığı bizim örneğimiz üzerinde mücadelesini yürütüyor ve Afrika milletlerinin hepsinin kurtuluş hikayelerinde Atatürk’ün adı baş sayfalarda geçecektir.

Bizim içinde bu gün olduğundan da büyük olan dava,Atatürk değil ,o fani idi öldü,fakat Atatürkçülüktür.Bu bakımdan son yıllardaki sefil ve aşağı politikacılık Türk şanına ve şerefine büyük lekeler sürmüştür.Yeni nesillerin vazifesi Türklüğü bu lekelenmeden kurtarmak ve Atatürkçülüğe yeniden eski heyecanını ve hızını vermektir.


Falih Rıfkı ATAY

Çarşamba, Haziran 17, 2009

Garanti Bankası Flexi Reklamları...

"Kesintisiz Neşe Kaynağı"



Garanti Bankası'nın Flexi kart reklamları görülmeye değer. Normal kartlı birini ve Flexi kartı temsil eden iki kişinin konuşmaları. Normal kartlı adamın duruşu, durgunluğu çok matrak...

Tabi kartın reklamını yapmıyor, sadece reklamın içeriğini beğendiğimizi belirtiyoruz...

"Senin kart faizlerinden haberin yok galiba kesintisiz neşe kaynağı"


"Manyetik Açıdan"



"Komşuluğun gülen yüzü. Kredi kartına fotoğraf yağıştırılmaz. O kart bozulur manyetik açıdan."

Normal kartlı adamın sözleri komik, ama flexi"li kart sahibi arkdaşın sözleri mesaj vermekle dolu. Yani reklam kokuyor. Normal kartlı adam daha akılda kalıcı sözler söylüyor.
İleri ki reklamlarda normal kartlı adamı Flexili yaparsak ve orjinal sözlerine devame ederse iyi olur bence. Reklamcı abilere duyurulur...


"23 Nisan Ceosu"




"Bir yudum insan, niye kampanya dönemini beklemiyorsun. Sen kimsin ki kampanya yapacaksın. 23 Nisan siosu"

Normal kartlı adam tam memur adamı. Ama sözleri, çok güzel...Flexi kartlı adamda mesaj yüklü sözler olduğu için biraz sırıtıyor...

Jerf (Necati Kocabay) - My Trip





Çarşamba, Haziran 10, 2009

"Bu şehir girdap gülüm" güzel bir ortamda güzel bir seslendirme

Kurtlar Vadisi Pusu dizisiyle ünlenen "bu şehir girdap" şarkısına çok güzel bir ortamda çok güzel bir düzenleme ve seslendirme. ( tabi bana göre ) :)

NEY:ALPER ŞEKEROĞLU
GİTARLAR:FERDİ ÜNAL & ERGAN
KAYIT: ALİ ŞEKEROĞLU

Çarşamba, Haziran 03, 2009

The Beatles'ın Yeni Videosu

E3 basın konferansında 10 şarkıyla tanıtılan The Beatles: Rock Band’ın yeni videosu yayınlandı.

9 Eylül’de satışa sunulacak olan The Beatles: Rock Band’de, 45 şarkı olacağı açıklandı. Grubun konser verdiği alanlar ve kayıt stüdyosunda geçen oyunda, Paul ve John’un genellikle aynı mikrofonda şarkı söylemesi gibi ayrıntılar atlanmamış.


Guitar Hero serisinin ünlü gruplarla yaptığı iş birliği, Rock Band'ın yapımcılarını da etkilemiş olmalı.


Grubun gerçek estrümanlarını da oyunda görmek mümkün. John Lennon’u Rickenbacker 325 gitarıyla, Paul McCartney ise Hofner Bass ile sahne alırken izleyeceğiz.

Salı, Haziran 02, 2009

İçimizdeki düşman...

Napolyonun üstünden bir buçuk asra yakın zaman geçti.Yinede her yıl hemen hemen her dilde ona dair bir iki cilt çıkar.Atatürk için yirmibirinci asrında yirmikinci asrında ortalarında Türk gazeteleri 10 Kasım sayılarını ona ayıracaklar...

Biz bu türlü kıyaslamaları sevmeyiz.Fakat şüphe yokki bizim için,yakın,orta ve uzak doğu milletleri için Atatürk,Napolyon’un Fransa için ve batı dünyası için olduğundan daha büyüktür.Napolyon fransa’yı kurtarmıştı.Atatürk Türkiye’yi kurtarmıştır.Napolyon bozgunlarda mesleğini ve sürgünlerde ömrünü bitiren bir büyük askerdir.Atatürk Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış harplerinde dahi zaferleri ile tanınmış nihayet son zaferi üzerine bir yarı sömürgeden bağımsız milli Türk devletini kurmuş büyük Asker .Napolyon ıslahatçı idi,fakat onun ıslahatı ,geri ve karışık bir topluluğu kültür ve medeniyet buhranlarından kurtaran Atatürk İnkilapları ile boy ölçüşemez.Bu inkilaplar şimdi aynı şartlar içinde ki topluluklar için yol gösterici bir mektep haline geldi.Bu mektebin adı ‘’KEMALİZM’’ dir.

On beş yıl Atatürk’ün yanında bulundum ondan aldığım en büyük ders bir ideale bağlı kalmak ve hiçbir sebeple ondan fedakarlık etmemektir.Cumhuriyet ilan edilmeden önce bir grup toplantısında aşağı yukarı demiştiki:

- Biz umumi işlerimizde halkın temayüllerini dikkate almak zorundayız.Fakat prensiplerimiz bahis konusu olduğu zaman,tek başımıza da kalsak onlardan hiç birini fed edemeyiz.

Atatürk’ün ideal savaşları ilk gençliğinden ölümüne kadar sürdü.Bu yüzden bütün hayatı eşsiz bir ahenk gösterir.Yüzbaşı iken ne ise,devlet başkanı ikende o dur.Bu ahengin sırrı Atatürk’ün bir ideal adamı oluşundadır.

O ilk gençliğinden beri ,hemen hemen bütün çağdaşları aksine düşmanı dışarıda olarak görmüyordu.Batı dünyası canımıza kast ettiği için dağılıp bitip gidiyoruz fikrinde değildi.Asıl Türk düşmanı biz kendimizdik.Geriliklerimize mukaddes gelenekler gibi yapışarak ,üstün kültür ve üstün medeniyete karşı ancak bizi yıkıp parçalayan kör bir savaş veriyorduk.İlk yapacağımız şey çağımızdan olmaktı.Batı medeniyetleri toplumuna katılmaktı.Kültürce ve tefekkürce onlardan olmaktı.Atatürk can çekişen hasta adamı inkilapları ile dirilttiğinden beri nerede batının Düşmanlığı?biz şimdi Batının en yakın dostları arasındayız.

Atatürk batı emperyalizminin pençesinden ilk kurtardığı bir doğu milletinin kahramanı olarak, Asya ve Afrika’nın yarı ve tam sömürgelerine kurtuluş kılavuzu olmuştur.Çin kapitülasyonlardan Türkiye’den sonra silkinmiştir.Müslüman Topluluklar içinde ilk Hürriyetine ve haklarına kavuşan kadın Türk kadınıdır.Asya ve Afrika ‘da bütün Müslüman milletlerin kadınlığı bizim örneğimiz üzerinde mücadelesini yürütüyor ve Afrika milletlerinin hepsinin kurtuluş hikayelerinde Atatürk’ün adı baş sayfalarda geçecektir.

Bizim içinde bu gün olduğundan da büyük olan dava,Atatürk değil ,o fani idi öldü,fakat Atatürkçülüktür.Bu bakımdan son yıllardaki sefil ve aşağı politikacılık Türk şanına ve şerefine büyük lekeler sürmüştür.Yeni nesillerin vazifesi Türklüğü bu lekelenmeden kurtarmak ve Atatürkçülüğe yeniden eski heyecanını ve hızını vermektir.


Falih Rıfkı ATAY

Bursa Ulu Camii Minberindeki sır?

602 yıllk bir minber.... Tarihi minber üzerinde güneş ve galaksi sistemleri var. İddiaya göre, gezegenlerin büyüklük oranları ve yörüngeleri gerçek oranlarla örtüşüyor....

1402 tarihinde (Hicri 804) inşa edilen Bursa’nın tarihi sembollerinden Ulu Caminin minberinin Doğu yakasında (mihraba bakan yüz) Güneş sistemi, Batı yakasında ise Galaksi Sistemi yer alırken evrenin kül olarak tasvir edildiği ileri sürüldü. 602 yıllık tarihi minberdeki şekillerin bu tespiti doğruladığı iddia ediliyor. Minberin her iki yüzünde de şaşırtıcı şekilde birer evren krokisi var. Bu sadece bir tesadüf mü, yoksa bu minberin banisi gerçekten bir astronomi hayranımıydı?

İlginç şekillerle ilgili idiayı ortaya atan Araştırmacı Fevzi Ülgü Alsancak. 1980 yılından bu yana minber üzerinde yaptığı çalışmalarla tarihin derinliklerinde kalan gerçeklere ışık tuttuğunu söyleyen Alsancak, “Alan süsleme motiflerinde simetri yoksa mutlaka bir mesaj vardır” ilkesinden yola çıkarak,minberdeki şekiller üzerine yapılan yorumların tutarsız olduğunu söylüyor. Bilim teknoloji ve uzay bilimleri araştırma tekniklerine kafa yoran bir öğretmen olduğunu belirten Ülgü, motifleri dikkatlice incelediğinde minberin mihraba bakan yüzünde güneş sistemini keşfettiğini söylüyor.

Bursa’da yayınlanmakta olan Apameia dergisinde yer alan bilgilere göre, minberin gizem ve sırlar içerdiğini ifade eden Ülgü, “minberin taşıdığı kıymet ve değerler, açısından şu noktalara dikkat etmek gerekir. Doğu yakası Güneş Sistemi, Batı yakası ise ise Galaksi sistemleri yerleştirilmek suretiyle bir kül halinde kainat sembolize edilmektedir” iddiasında.

Mihrapta yer alan Güneş Sisteminde 9 gezegen var. Ülgü'ye göre gezegenlerin güneşe göre konumlarının ve büyüklükleri gerçek ölçülerle örtüşür oranlarda. Güneş ve gezegenler arasındaki mesafe büyük olduğu için yıldız gezegenlerden farklı olarak 9 damlacıklı kurs olarak işaretlenmiş.




Ülgü, yine Kündekari sanatının bir özelliği olan parçaların birleşmesiyle oluşan çukur kanal çizgilerinin de gezegenlerin yörüngesini temsil ettiğini söylüyor. Bu yüzeyde yer alan bir başka gizem ise serpiştirilmiş halde yıldız motifleri yer alması ve buların içinda kuyruklu yıldızların da bulunması. Ülgü’nün dikkat çektiği en önemli detaylardan bir de Plüton gezegenin tek başına ayrı bir platformda ve bir açı farkı ile gösterilmiş olması. Bilindiği üzre güneş siteminin aynı düzlem üzerinde olan ilk 8 gezegeninin aksine Plütao ayrı düzlemde dolanmaktadır.

Minberin Batı Cephesinde ise 7 adet Galaksi formatı tespit ettiğini söyleyen Ülgü, galaksi platformlarının 5 ayrı renkte sedef kakma ile gösterildiğini söylüyor. Ancak ne yazık ki bugün hatalı boyama teknikleri ile bu önemli detay büyük ölçüde yok edilmiş durumda. Ama kayıtlardan bunu doğrulamak mümkün...




Ülgü’nin bir diğer iddiası ise minberin her iki yüzünde yer alan 3’lü ve 12’li dolap kapaklarının Türk boylarını temsil ettiği yönünde.

Sırlarla dolu minberin giriş kapısı üzerinde Murat Han oğlu Yıldırım Beyazıt Hanın emriyle Hicri 804 yılında minberin yapıldığı bilgisi yer alıyor. Ülgü, kayıtlarda minberin ustası ile ilgili çelişkili bilgiler bulunduğuna dikkat çekiyor. Ülgü’ye göre minberi yapan kişi adını tırabzan süsleme motifine göre tırabzanın sağ ikinci sülüsle yazan Devaklı Abdülaziz oğlu Mehmet. Devak Tebriz yakınlarında bir Türk köyü. O tarihte Mülki amir olan Kadızade Rumi efendi, beceri ve bilgi alış verişi için 300 kadar sanat erbabını Tebriz’e göndermiş ve bir o kadar ustayı da oradan Bursa’ya getirmiştir. Oradan gelen Kündekari sanatçılarının başı Abdülaziz oğlu Mehmet’tir. Bu minber de onun ve ustalarının camiye bir hediyesidir.

Kündekari sanat açısından eşsiz bir değere sahip olan minberin ilginç bir özelliği de 6666 adet abanoz ağacı parçasından vücuda gelmesi. Bu rakamda halk arasında yaygın inaçla Kuran’ı Kerimdeki ayet sayısına tekabül etmektedir....

O dönemdeki İslam ve Türk alimlerinin matematik ve gök bilimlerine yönelik ilminin Batıya nazaran hayli ilerde olduğu da göz önüne alınırsa Ülgü’nğn tezleri doğru olabilir mi?. Ne dersiniz bütün bu benzerlikler sadece bir tesadüf olabilir mi?

Şirince'de bir şarap evinden

İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyü, tarihi evleri ve her türlü meyva şarabı ile ünlü bir turistik dağ köyüdür. O taraflara yolunuz düşerse mutlaka gidin, görün.

Şarap Evi'ne girdiğinizde duvarlarda enterasan sözler göreceksiniz. Aşağıda bunlardan bazı alıntılar bulacaksınız...



Bir kadeh yarar

İkincisi makûl karar

Üçüncüsü kafayı sarar

Dördüncüsü keseye zarar

Beşincisi dimağı yorar

Altıncısı hatır sorar

Yedincide belâ sarar

Sekizincide plân kurar

Dokuzuncuda vurur, kırar

Onuncuda hakim sorar.



Yirmi yaşına kadar

Hayatı öğrenmeyenin

Otuz yaşına kadar evlenmeyenin

Kırk yaşına kadar köşeyi dönmeyenin

Elli yaşına kadar ölmeyenin

İşi çok zor.



Horoz ötsün ötmesin

Sabah mutlaka olacaktır.



Zirveye çıkarken herkese selam ver,

Çünkü inerken onlarla karşılaşacaksın.



Yorum yok...! Soru neydi ?



Besle kargayı tombul olsun

Gözünü oyarken zorlanmasın!...



Babam annemden daha üstün

Kıl farkıyla...!



Derdini söylemeyen iyi yapar...

Bir de onun derdiyle mi uğraşacağız.



Evlilikten önce mantık aranmaz

Kiralık daire aranır.



İnsanlar ikiye ayrılırlar

Bacaklarından cart diye.



Şişe tıpayı, şarap kupayı, eşek sopayı sever.



Ben yanmazsa

Sen yanmazsan

Biz yanmazsak

Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.



İnsanlar topraktan yaratılmıştır,

Her an çamurlaşabilirler.



Kurbağayı koltuğa da oturtsan

Gene çamura atlar.



"Hadi şerefe" içeceksen mutluluğa ve sağlığa iç,

Şerefli olmak ta senin elinde, şerefsiz olmakta...



Başımızdan geçenlere değil,

Kafamızdan geçenlere içelim.



Büyük adam olmaya gerek yok,

Bizler yanlızca adam olalım yeter.



Beni özene bezene yaratan kimsen

Ne yapacağımı yazmışsan evvelden

Öyleyse bana günah işleten de sensin

Pekâla, nedir bu cennet – cehennem?



Çok mutluyum!...

Sakin ol yakında geçer.



Eyyy aşk sen nelere kâdirsin

Gel de şu hesabı öde...



Tanrı herşeyi görür ama dedikodu yapmaz.



Dünyada oturarak başarıya ulaşan tek canlı tavuktur.



"Allaha şükür" zengin olma tehlikesini atlattık...



Akıllı olup ta dünyanın kahrını çekeceğine,

Deli ol dünya senin kahrını çeksin.



Öyle bir yaşa ki, öldüğün zaman bile,

Mezarcı matem tutsun.



Hem söyleyeceksin yalan,

Hem olacaksın Müslüman,

Nerede görülmüş böyle iman.



Dal rüzgarları affetmişse de kırılmıştır bir kere...



Eşek nereden bilecek ki zevki sefayı;

Sor bakalım hiç çekmiş mi kafayı?



Dünyanın en cesur yaratıkları insanlardır.

Öleceklerini bilerek yaşarlar.



Kitap okumak şart değil, kitabına uydur kâfi.



Birini unutmak istemiyorsan ona borç ver.



Kız isterken

KDV'si içinde mi?

Diye mutlaka sorun...



İnsanlar,

Çabuk yükselenlere kıymet verirler;

Halbuki hiç bir şey,

Toz ve tüy kadar çabuk yükselemez.



Yaradana sığınamadım, çünkü vize koymuş.



Mâdem dünya hiç,

Gece de iç gündüz de iç.



Hayatın tadını borçlanarak çıkar,

Sakın ödemeye kalkma, tadı kaçar.



Şarabın adı kötüye çıkmış

Tadı hoş

Hele bir güzelle içersen

Daha bir hoş



Harammış şarap olsun

Bana göre hava hoş

Hem bana sorarsan

Haram olan her şey hoş.



Cennette sıra bekleyeceğine,

Cehenneme paldır küldür gir.



Eğer sana içki dokunuyorsa,

Sen de içkiye dokun.



Miras bekliyorsa zamana güvenme,

Azraille anlaş.



Çocuklar olmasa idi,

Analar bu kadar güzel olmazdı.



Deliye sormuşlar; "Bu gün Tanrı için ne yaptın?"

"Patlıcan musakka"


Piremus&Tispe

Bir zamanlar birbirlerine asik iki genc vardi.

Kizin adi Tispe delikanlininki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardi.Birlikte büyüdüler ve çocukluklarindan beri birbirlerine karsi ask beslerlerdi.

Fakat aileleri görüşmelerini istemez birbirlerine uygun olmadiklarini düşünülerdi.

Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardi. Ä°ki evin arasinda gizli bir catlak vardi aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burda bulusur o aradan
birbirlerine seslerini duyurur asklarini dile getirirlerdi.

Bir gece ormandaki agacin altinda bulusmaya karar verdiler.
Tispe agaca Piremus dan önce varmisti.
Gittiginde avini yeni yemis, agzindan kanlar akan kocaman bir aslanla
karsi karsiya geldi.

Korkarak bi magaraya dogru koşmaya basladi. Farkında olmadan yolda boynundaki esarpini düşürmüştü.

O sirada Piremus geldi.

Gördükleri karsisinda donup kalmisti. Kocaman aslan agzinda
kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarpini parcaliyordu..

O an aklina gelen ilk ve tek sey aslani Tispe yi oldurerek yedigiydi.
Tispesiz yasayamazdi. Aklindan gecen sadece aski ugruna canina kiymakti.Belinden hançerini çikardi ve gögsüne sapladi.

Kanlar icinde cansiz bedeni yere dustu.

Tispe ise korkusunu bi kenara atip bir an once askini gormek icin magaradan cikmaya karar vermisti.

Agacin altina geldiginde o korkunc sahneyle yuzlesti.

Piremus un cansiz vucudu yerdeydi ve elinde Tispenin dusurdugu esarpini tutuyordu.

Ilk once genc kiz olanlar karsisinda aglamaktan hicbir seyi anlayamamisti. Ama esarpi ve uzaklasan aslani gorunce anladi. Bi an magarada dusundugu o korkunc sey basina gelmisti. Ve onun öldügünü dusunen Piremus aski ugruna canina kiymisti.

Tispe bir an bile dusunnmeden hanceri aldi ve gogsune geçirdi..

Onlarin aski ölesiye bir askti ve ölüm bile onlari ayiramazdi.

Eger Piremus aski ugruna ölümü göze aldiysa o da hic cekinmeden canina kiyabilirdi ve hanceri sapladi.

Birden vucudu Piremusun bendeninin ustune yigildi.

O anda tanrilar bu yuce aski ölümsüzlestirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran agaci onlarin aşkına adadilar.

Piremusun kanini bu agacin meyvelerine,
Tispenin gözyaslarini ise agacin yapraklarina verdiler.

O günden beri kara dut agacinin meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut agacinin yapraklari,(Tispenin gözyaslari) temizler..

Bilirmisiniz; dut agacinin meyvesinin lekesi cikmaz ama elinize agacin yapragini alir avusturursaniz lekenin gittigini..


ihtimal..,

Düşündüğünüz,
Söylemek istediğiniz,
Söylediğinizi sandığınız,
Söylediğiniz,
Karşınızdakinin duymak istediği,
Duyduğu,
Anlamak istediği,
Anladığını sandığı,
Anladığı..

arasında farklar vardır
Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.


Sylviane Herpin


Doğru söze ne denir?



Okuyamayanlar icin :

''ATTIĞINIZ TOKATA KARŞILIK VERMEYEN KİŞİDEN SAKININ,
O HEM SİZİ BAĞIŞLAMAZ,
HEM DE KENDİNİZİ BAĞIŞLAMANIZA İMKAN BIRAKMAZ''
"Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir. işte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir."


Balıkçı..,

Amerikalı zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika kıyı
kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük
bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına
yaklaşır ve sorar; "Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını
aldı?"
Tümünü bir iki saatte yakaladığını söyler. İşadamı bu kez, niçin daha
uzun süre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin
geçimi için bu kadarının yettiğini söyler.
Amerikalı işadamı merakla balukçuya kalan zamanını nasıl geçirdiğini
sorar. Balıkçı anlatır: "Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğlende de karım Maria ile biraz siesta yaparım. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp şarap içeriz, eğleniriz. Dolu ve meşgul bir yasantım var senyör."
Amerikalı gerinerek, "Benim Harvard'dan MBA'm var ve sana yardım
edebilirim. Balik tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir
tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük
tekneler alırsın. Kisa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle,
yakaladığın balığı aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine
satarsın Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe
bir numara olursun." Ve Amerikalı devam eder, "Tabii bunları yapman için
öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip Mexico City'e, daha sonra Los Angeles'e ve en sonunda holdingini genişletebileceğin New York'a yerleşirsin." Balıkçı düşünceli vaziyette sorar, "Peki senyör, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır ?" Amerikalı yanıtlar, "15-20 yıl kadar."
"Peki bundan sonra senyör ?" diye sorar balıkçı. Amerikalı güler, "Şimdi
anlatacağım en iyi tarafı! Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve
şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın, kisa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!"
"Milyonlar" der Meksikalı; "Eee...sonra senyör ?" Amerikalı, "Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karinla siesta yapacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla şarap içip, gitar çalarsın. Nasıl, mükemmel değil mi?"


Kızlarıma Mektuplar..,

'Sevgili Kızlarım,
Kelebek gibi olmak derken, doğanın bütün güzelliklerini ve
zarafetini kendinde toplamış, ama karsısındakine hiçbir yük getirmeyen bir insani ya da bir ilişkiyi kast ediyorum.
Kelebek gibi bir insan sadece verir, karşılık beklemez.
Kelebek gibi bir insan sadece sever, karşılık beklemez.
Kelebek gibi bir insan, severken acıtmaz, verirken borçluluk duygusu yaratmaz.
Verirken ve severken güzel ve zarif, karşılık beklemediği ve hiçbir şey istemediği için de ağırlıksızdır.
Güçlü insan, çerçevesinde kelebek gibi insanların ya da kelebek gibi
ilişkilerin olabileceğini bilerek ve bekleyerek ama ayni zamanda tüm
olumsuzlukları büyük bir gerçekçilikle gözlemleyip göğüsleyerek, yaşamını
kendi ilkeleri çerçevesinde yürütebilen insandır.
Kelebek gibi bir insani tanımanın ve onu yaşamanın, ya da
kelebek gibi bir ilişkiye sahip olmanın sırrı, ancak güçlü olabilmekten geçiyor.
Çünkü kelebekler yalnız hem dürüst ve namuslu, hem de bu
toplumda dürüst ve namuslu kalabilecek kadar akilli ve güçlü olan insanlara konar.
Onu ürkütmeden o güzelliğe sahip olabilir misiniz?
Kelebek insanlar ve ilişkiler, genellikle kendi iradeleriyle gelir ve yine kendi iradeleriyle uçup gider.
Unutmayın, kelebeği kelebek yapan, güzelliği ve hafifliği
yaninda, vazgeçilmez özgürlüğüdür.
Onu hapsetmeye çalıştığınızda mutlaka yitirirsiniz...'


14 yaşındaydım...

Onunla tanıştığımız zaman ben 14 yasındaydım, o ise benden oldukça
yaşlı. Hayatına giren ilk kişi değildim ve sonuncusu da olmayacaktım
kuskusuz. Herkes bu beraberlik için yaşımın çok küçük olduğunu
düşünüyordu. Aslında hiç bir zaman yaşınızın uygunluğu söz konusu olamaz
böyle bir ilişkide...
İlk önceleri sadece yakin arkadaşlarımla paylaştım küçük sırrımı. Sadece
gönül eğlendiriyordum onunla (ne kadar da aptalmışım...) Aileme
anlatamazdım. Sanırım "kıyametin kopması" diye adlandırılan durum,
olanca gerçekliği ile çıkardı karsıma. Gizledim, gizlendim...
Başlangıçta çok seyrek buluşuyorduk. Daha sonra buluşmalarımızın sayısı
arttı. Gönül eğlendirmek demiştim ya, palavra. Çok zaman geçmesine gerek
kalmadı hayatımda kapladığı yeri anlamam için. Evet, onu seviyordum. Ama
yine de, aklımda hep ayni düşünce vardı: "Onun tutsağı değilim ve
istediğim zaman terk edebilirim." Buyurun size ikinci palavra. Ne,
zamanla hayatimin her safhasına yerleşmesini fark etmem yetti onu terk
etmeme ne de annemin bizi yakalaması. Aslında bizi yakaladı demem
yanlış. İzlerimizi buldu, ardında biraktiklarini gördü. Kızmadı,
bağırmadı, sadece kısa bir nasihat çekti. Biliyordu çünkü buluşmamızı
yasaklamasının bir şey ifade etmeyeceğini. O zamana kadar gizli devam
ediyordu, yine gizli kalabilirdi ne de olsa.
Zaman geçtikçe birbirimize bağlandık (Palavra üç... Ben ona bağlandım,
tabii ki onun umurunda bile değildim.). Su an dönüp geriye bakıyorum
da, 12 uzun yıl geçti ve veren taraf hep ben oldum. O bana sahte
mutluluklar verdi sadece, bense her şeyimi. Herhalde hayatta canimi
vereceğim tek o oldu. Onun için kavga ettim, onun yüzünden hastalandım,
ama hiç bir zaman ayırmadım yanımdan, ayıramadım...
Biliyordum nelere yol açtığını, görüyordum. Önce onu sevmeyi öğrendim,
sonra nefret etmeyi. Beraber olmayı istemediğim anlarda bile yanımda
olmaya devam ettiğini gördüm. İrademi yerle bir ettiğine, beni kendimle
karsı karsıya getirdiğine şahit oldum. Başkalarını kirdim onun yüzünden
ve ben daha da fazla kirildim. İnsanlarla arama girdi. Arkadaşlarım
ondan nefret etti çoğu zaman. Hatta ben bile tiksindim bazen, ondan,
bedenime ve ruhuma sinen kokusundan. Dudaklarımın her dokunuşunda, ben
onun ruhundan çalıyordum, o benim bedenimden. O her seferinde
yeniliyordu kendini, bense gittikçe kötüleşiyordum. Ama bir türlü terk
edemedim.
Aslında bir kaç kez denedim ayrılmayı. Hepsinde de dönüşüm bir
öncekinden güçlü oldu. Yokluğunda kıvrandım hasretinden, alışmaya
çalıştım, ama asla aklımdan atamadım. Uzun ve stresli geceler hep ev
sahibim oldu. Tırnaklarımı yedim, yetmedi kuruyemişe başladım. Ayrılık
kilo aldırdı. Ve ben hep geri döndüm. Hatta su an bile yanımda.


Ama yine de yemin ediyorum burada, hepinizin önünde:
"Bir gün bırakacağım, bu lanet olasıca sigarayı."

Anlıktır "Salak"lık.,

Salaklık kalıtsal değil kesinlikle. Anlıktır s.alaklık. Anlık yaşanır ama etkisi uzun sürer. Aynı 2 dakikada mide öz suyuna bulanan lahmacun parçalarının ağız içerisinde uzun süre -nasıl oluyorsa- iğrenç ama aynı zamanda hoş bir koku bırakması gibi...

Hani hoşçakal diyecekken öyle heyecanlanırsınız ki merhaba dersiniz. Ya da muhabbet arasında anlamlı birşey demiş olmak için bir iki kelime sarfetmek istersiniz o anda ruh haliniz sessizlik istese de. Bir özdeyiş belki. Alın işte ünlü bakanımızın meclis kürsüsünde sarfettiği lafları; “Anlayana davul zurna az, anlamayana sivrisinek saz.” N’aptın sen hocam? Al işte düştün s.alak durumuna. S.alaklık anlıktır ama etkisi uzun sürer, ünlüysen televizyon, gazete köşelerinde, değilsen arkadaş aralarında yaptığın salaklık sıfatın olur uzunca bir süre.

“Evet, şimdi de mikrofonlarımızı atasözlerini karıştırmasıyla ünlü bakanımıza çeviriyoruz. Önce ne dediğini hatırlayalım...”

“Aaa, lan olum, bu bizim eleman değil mi, hani rezil olmuştu herkese s.alak, iki kelimeyi bir araya getiremiyoo..”

Dilinizin salaklığınıza maşa olması sadece atasözleri bazında değildir. Bazen de normal bir halde konuşurken yakalanırsınız heyecan seline...

“Ağğbi, ayakkabılanmış pislerin...” Hiç olmadı bana demeyin, ben şahidim çok kişiye olduğunu. Adam aslında pislenmiş ayakkabılardan bahsederken, o anda başka bir yerde olan kafası ya da karşısındaki dolayısıyla sıkışan kalbi, beynine ve diline yanlış sinyaller göndermiştir.

“Ayakkabılanmış pislerin...”

“Ayy, eveet, haklısııın. Ha ne dedin sen? Nıhahhah...”

Yolda eski ama hayli eski bir dostunuza rast gelirsiniz. Derdiniz yanına gitmek, sarılmak, eski günleri anmaktır. Elinizi uzatırsınız, sonraki muhtemel hamleniz öpmek olacaktır yanaklarından. Ama o el sıkışmayı yeterli görür ve elini yanınızdaki arkadışına uzatır. İşte burada s.alak olmanın yanında aynı zamanda pozitif bir sapık kılığına girmişsinizdir. Sizin eliniz el bulmuştur ama unuttuğunuz şey yanağınızın havada kalmakla birlikte aynı zamanda kırmızının tonlarını sergilemeye hazır durumda olduğudur.

Salaklık anlıktır ama etkisi uzundur. Sonraki dakikalarda hatta saatlerde salaklığınızı düşüneceksiniz. Salaksınızdır o an artık. Zamanı geriye almak istersiniz ama alınamaz. O kelimeleri hiç etmemiş olmak isterseniz ama çıkmıştır bir kere yutulamaz. Dişlerinizin sağlamlığını test edecek, tırnaklarınızı kemirecek ama salaklığınızı unutamayacak, unutturamayacaksınız.

Sağlam olmaya bakın, sakinleşin, “amaan ne olcak yaa, çok da pin pon..” demenin sadece salaklığınızın üstüne battaniye örttüğünü ama kabartıları saklamadığını unutmayın. Ders çıkarmaktan çok, “tecrübe bunlar tecrübe” diyerek kendinizi avutmaktan çok, “salağım ben” deyin.

Amaan, çok da tın .


"Dil"

Konfüçyüs’e sormuşlar; “Bir ülkeyi yönetme görevi sana verilseydi yapacağın ilk iş ne olurdu?”

“Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Eğer dil kusurlu, özürlü olursa sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler dosdoğru yapılamaz. Ödevler gerektiği gibi yapılamazsa gelenek ve kültür bozulur. Gelenek ve kültür bozulursa yargı da yanlış yola sapar. Yargı yoldan çıkarsa şaşkınlığa düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”

Kaç Kopyayız Biz...

Düşündünüz mü orjinal kişiliklerinizden

Kaç kopya çıkarılabileceğini?

Kaç farklı hayatı birarada yaşadığınızın far*kında mısınız?

İstemeden yaptıklarınız isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman oldukları*nızla nasıl çaresizce baş*ka başka dünyalara doğ*ru kanat çırpmaya

çabaladığınızı farkediyor musunuz?

Bir dost nikahının or*tasında birden bastıran hüznün, bir büyüğün ce*nazesinde karşılaştığı*nız eski bir sevgiliyle çı*kagelen coşkunun, sizi nasıl kopya kopya çoğalttığını ve tek bir sizden ne çok sizler yarat*tığını biliyor musunuz?

Sınırlı bir hayatı çabucak tüketmek için dörtnala koşturup dururken, bir an olsun, durup, geride kaç farklı ayak izi bıraktığımıza dikkat ediyor musunuz?

Halen sinemalarda gösterilen "Multipli city" (Dördümüze Bir Eş) işte bu sorulara ya*nıt arıyor. Filmin kahramanı (Michael Kreaton) çağdaş bir hastalığın kurbanı; işinden başını kaldıramayan, oradan oraya koşturmak*tan ne evine, ne sevdiklerine zaman ayıramayan ve sonunda hiçbirşeyi doyasıya yasayama*dan bitkin düşen bir "işkolik"...

Bu çıkmaz sokakta debelenip dururken in*sanların benzerim üretmeyi başarmış bir genetik araştırmacıyla tanışıyor ve kendisinden bir kopya çıkarttırıyor. Böylece işine aslını, evine kopyasını göndererek durumu idare ediyor. Ancak zamanla bu da yetmez oluyor. Kopyalar önce üçe, sonra dörde çıkıyor. So*nunda aynı adamdan, çılgın, serseri, evcil, iş*kolik kopyalar türüyor.

Yönetmen Harold Ramis, güncel bir sûru*nu sinema teknolojisinin de yardımıyla ve mizahi bir dille perdeye taşırken, çağdaş İnsanın iç dünyasındaki kimlik krizini ve karmaşayı da olanca çıplaklığıyla sergiliyor.

Senaryoya bakınca sormadan edemiyorsu*nuz:

Sahi kaç kopyayız biz?

Aynı beden içinde kaç farklı ruh halini aynı anda yaşayıp, kaç farklı kişiliğe bürünebiliyoruz?

Bu kişiliklerin hangisi biziz, hangisi fotoko*pimiz?

James Bond filmlerindeki kibar, yakışıklı ve aynı zamanda da güçlü İngiliz salon erkekle*rini hayran hayran izleyen kadın mı size daha yakın, yoksa motorsikletli bir James Dean serseriliğine tutulup maceralar özleyen mi?

Ne zaman Maryl Streep'in çehresindeki duruluğun ve gizemin büyüsüne kapılıp din*gin hayatlar hayal ettiğinizi, ne zaman herşeye boşverip Madonna'nın isyana ve günaha çağıran sesine koştuğunuzu kendinize itiraf edebilir misiniz?

Huzurlu bir dağ başında sadece ırmak şırıl*tısı ve kuş sesleriyle sakin bir hayatı düşleyen bıkkınlar mısınız, yoksa deniz kenarında bile televizyonlarım ve cep telefonlarını elinden bırakamayan gönüllü kent mahkumları mı? Ya aynı anda ikisine birden özenmenizi nasıl açıklayacaksınız..?

Hangi kopyanız "Kaçıp gidelim uzaklara diyor, siz sıkı sıkıya bu topraklara bağlı dururken...

Üfürükçülük adı altında bastırılmış içgüdü*lerinden cinsel fantaziler üreten din adamla*rını, ölümcül hırslarını sahte bir gülücükle maskeleyen siyaset ikonalarını, maçlarda bi*rer küfür mitralyözüne dönüşen kibar işa*damlarını görünce sistemin ne çok kopya ürettiğine şaşıyor musunuz?

Kinler, sevgiler, öfkeler, kahkahalar ve göz*yaşlarıyla örülmüş, çok kopyalı bir hayatı na*sıl kendinize bile söylemeye cesaret edemedi*ğiniz bir tür iki (üç-dört..?) yüzlülükle yaşayıp gittiğinizi farkediyor musunuz?

Her akşam haberlerin karşısında genç me*zarların ardından gözyaşı dökerken, sonra nasıl birden unutup kendi bencil dünyanıza çekilebiliyorsunuz?

Resmi bir toplantının ortasında, aklınızdan masanın üzerindeki kalın raporun sayfaların*dan oyuncak uçaklar yapıp, tek tek aşağı at*mak geçerken hala büyük bir ciddiyetle kös kös oturuyor olmanızı gülümseyerek mi ha*tırlıyorsunuz, üzülerek mi..?

Aklınızdan geçeni yapamamanın, ruhunuz kopya kopya çoğalırken asıl hayatı tek kopya olarak tüketiyor olmanın bedelini biliyor mu*sunuz?

Kopyalarınızı, orjinal kimliğinizle konuştu*ruyor musunuz hiç...?

İçinizdeki canavar, ruhunuzdaki melekle hesaplaşıyor mu?

Hangisinin ne zaman, nasıl ortaya çıkacağı*nı denetleyebiliyor musunuz?

Siz kopya sandıklarınızın bir bileşkesi misi*niz, yoksa kopyalarınız da aslınıza mı benzi*yor?

Bilmeden her kopyada aslınızı yeniden mi üretiyorsunuz?

Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç su*ret bırakacaksınız?

Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız?

Sahi, kaç kopyasınız siz...?

Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz...?


Bu küçük kız sizi büyüleyecek....



Bu sevimli kız dünyanın en küçük popstarı... Sesiyle büyüleyen Cleopatra 3 yaşında çıkardığı ‘La varsta da 3 ani’ adlı albümüyle müzik tarihine geçti. ‘Ghita’ adlı şarkısına klip de çeken Cleopatra, Romen-Moldovalı müzisyen Pavel Stratan’ın da kızı...

Geçtiğimiz yıl çıkardığı 'La varsta de 5 ani' albümüyle de büyük beğeni toplayan Cleopatra Stratan, Romanya’daki müzik listelerinde birinci sıraya kadar yükseldi. Dünyanın en genç şarkıcısı Cleopatra, 2007 yılında Romanya MTV ödülüne aday olmuştu.