Pazar, Aralık 26, 2010

Bir Alıntı da Gizliydi Gülüşün


sana uyanıyorum en kuytusunda sabahın
çiğ düşüyor umutlarımın üzerine...
sana uzaklığımın yorgunluğu,
kâbustan uyanan gözlerimde...
hüzün sokağına taşınmış minik kuş
bana kalan aşk kırıntıları kurabiye canavarının tabağından..
yoruldum hızlı gonzalesin karşılıksız sevdasının arkasında koşmaktan
avcı bugs bunny'i değil beni vuruyor kalbimden...
kedinin aşk tuzaklarına hep ben kapılıyorum...
prensesin öptüğü kurbağa olayım diyorum...
prenses başıma kakıyor eskiden kurbağa olduğumu..
çizgi filmlerden kaçarken drama yakalanıyorum..


Perşembe, Aralık 09, 2010

Kısa saçlı kızlar - ekşisözlük/hanrygale


  24. üzerinde alanya belediyesi yazan bir bankta oturuyorum. hafif yağmur yağıyor, 2003'e girmemize iki hafta kadar bir süre kalmış. kayalıklardan seken dalga suları ayaklarıma kadar ulaşıyor. dersaneden son iki saati büküp kaçmışım. zaten üniversite okumaya niyetim yok, istemiyorum. babama da defalarca söylememe rağmen onun rütbe üstünlüğüne lafım geçmiyor. oysa biz her şeyi düşünmüştük, okul bitince hilmi'yle turistlere yönelik hediyelik eşya dükkanı açıp, gittikçe işi büyütecektik. oradan otel, oradan da tatil köyüne kadar varacaktık. dükkanı bile bulmuşuz, sahibiyle konuşmuşuz ama babamdan açma ruhsatı alamıyoruz. geleceğime yön veremiyorum ama ne olduğunu bilmediğim geleceğim beni kafasına göre yönlendiriyor.

      saate bakıyorum, nerede kaldı lan bu diyorum. derse girmeyeceğini söylemişti kaçamadı mı acaba diyorum. cebimden 5110'u çıkarıp mesaj atıyorum, dersteyim diyor. hırslı birisi herhalde diyorum dersanenin sınavlarında adını hep ilk sıralarda görmemi de referans alarak. kesin tıp kazanır, doktor olur kendisi gibi doktor birini bulur yaşlanır gider diyorum içimden. ''sen ne sikimsin olum peki? sen ne sike derman olursun, denemelere bile girmiyorsun girdiğin denemelerde de adına kara murat, malkoç oğlu yazıp geyik yapmaktan başka bi sonuç alamıyorsun'' diye geçiriyorum aklımdan. içimde zerre hayat hırsı yok. cebimdeki paranın değeri o geceki içki masrafımı karşılama derecesi kadar önemli. ne kariyer hedefim var ne hayat hırsım. tek isteğim kendi dükkanımı açıp, aile mesleği esnaflığa devam etmek. zaten okumak istemiyorum, nasılsa babamı ikna ederim diyorum ama her seferinde ''boşuna mı okuttuk seni özel okulda'' diyor. ''ben mi istedim erkek lisesinde yatılı okumayı, siz gönderdiniz'' diyorum. sonuç, genelde benim nankör olduğuma çıkıyor.

      yağmur şiddetini arttırıyor. kalkamıyorum banktan. etrafta kimseler yok. yaz aylarında her metresinde bir insanın olduğu şehirde kışları hayvanlar gezinir. insan iklimi; yaz aylarında kalabalık ve boğuk, kış aylarında seyrek ve rahattır. kayalıklardan seken dalgalar yüzüme kadar ulaştı. hala ortalarda yok. 5110'a davranıyorum yine. çıktım geliyorum cevabı geliyor. ''ulan ya olmazsa dükkan işi, o zaman nasıl bakarsın lan pederin yüzüne, zamanında ben sana oku dediğimde esnaf olacam demiştin al sana esnaflık derse'' diye geçiriyorum aklımdan. ''bak 5110'un öteki ucundaki insan, her denemede efsane puan alıyor. garanti kazanır iyi bir yerler. kazanıp gidince sen ne bok yiycen olum alanya'da'' diye düşünüp moralimi bozuyorum. sigara yakacam ama yağmur izin vermiyor. o da sigara içmemden hoşlanmıyor. yağmuru seviyorum onunla aynı fikirde olduğu için.

      uzaktan, şemsiyesinin altında tanrının boş zamanına denk geldiği her halinden belli olan bir kız geliyor. kısacık saçlarının dağınık güzelliği aklımı alıyor her görüşümde. vücudumda neredeyse kuru yer kalmamış. ayağa kalkınca kıyafetlerimden yere doğru akarsu kolları oluşuyor. ''neden girmedin yine derse kazanamayacaksın üniversiteyi, ayrı kalcaz bunu mu istiyorsun'' diyerek selamlıyor beni. ''ayrılmayız. ben bırakmam seni, ayrılırsak ıslanırım ben bak ıslanıyorum şu an ayrı olduğumuz için'' deyince şemsiyenin bir kısmını bana tahsis ediyor hemen. ıslak yüzümü montunun kollarıyla silerken yürüyoruz beraber sahilde. benim derslere girmedikçe azalan üniversiteyi kazanma ihtimalim ileride çok daha büyük sorunlara dönüşüyor ve kopuyoruz.

      şu anda beni bir masa ve bilgisayar ekranına mahkum eden üniversiteden, daha kapısını görmeden büyük bir kazık yiyorum. istemediğim gibi geçen her günümün bir gün hesap soracağını bilerek yaşamak, ara sıra içimi acıtıyor.

      şu an doktor olan eski sevgilim
      şu an esnaf olan eski bir arkadaşımla bu haftasonu evleniyor.



27.07.2010 17:08 

*Olacak ya sen yazdın ben okudum taki son iki cümleye gelene kadar! aynı haftasonu, aynı hikaye, farklı şehirler ve hayatlar...

Cumartesi, Kasım 27, 2010

Nerde "O" eski bayramlar!

Bir bayramı daha geride bıraktık.Nice hayırlı bayramlar geçirmek dileğiyle diyerek başlamak lazım sanırım, çok duyduk yada duymaktayız bu sözleri... ve hataları aradığımız bayramları bırakıp kendimizi hesaba çeksek, bayramlar suçsuz aslında dile getirilmesi gereken cümle ; 

nerde "O" insanlık!

Artık samimi gelmiyor bir çok söz ve hareket, alışkanlıkmı edindik yoksa güzel sözleri, hep tekrara düşüyoruz da bir türlü yaşayamıyoruz o güzelim bayramları doyasıya ve içten. Mutlaka bir yerlerde ve bir zaman diliminde doyasıya ve sevinçle yaşayanlar oluyordur. Ama her geçen gün büyüyen içimizdeki kara delik artık kapanmaz oldu, güneşi balcıkla sıvayamıyoruz anlaşılan. Deniyoruz olmuyor daha kolayı varken. Biraz daha içten biraz daha cesaretli olsak. Eskidiğini düşünüp yüzüne bakmadığımız geçmişimize özümüze dönsek, o muhteşem mutluluklarımızı yakalamamız hiçde zor olmayacaktır sanırım. 

Hayatın bize, her geçen gün yeni suni renklendiriciler kullanarak sunduğu ve bizim hemen nimetten saydığımız şeyler bizi anlık mutlu gibi gösterse de derin bir nefes aldırmıyor. Eskimeyenden vazgeçtiğimiz için eskimekten kurtulamıyoruz ve sırtımızı geçmişimize sürekli cevirdiğimiz için önümüze sağlıklı bakamıyoruz. Uyanmak her sabah yataktan kalktığın gibi olmuyormuş anladım. Sultan 3.Murat Hz. 'nin dediği gibi Uyan ey gözlerim, uyan daldığın derin uykudan ve gafletten uyan! paran, malın mülkün çalınsa karlısın ama aklının içindekileri yüreğindekileri çalıyorlar dirhem dirhem, damlaya damlaya nasıl göl olduysak, eksile eksile hiç olmayız inşallah... 

Selam ile...

Okumam vardı yazmaya yeni başladım!


Ömrümden geriye doğru 18 yıl versem, önlüğümü giyip okula ağlayarak gittiğim o ilk güne geri dönsem yada dönsek/dönebilsek.Kim istemez ki ? Ben diyenleri duyar gibiyim :) Pişmanlıklar üzerine yazılmıyor bu yazı yanlış anlaşılmasın. Yazmaya başlıyorum da belli olsun istedim. Çok az yazıyorum çok az okuyorum. Acaba çok okusam çok mu yazardım ? böyle cevapsız sorular sormaktan vakit kalmıyor sanırım hiç birşeye, sonrada sıkıcı geliyor herşey doğal olarak. 


Bazen sağda solda, eski bir kitapta, bir defterin yaprakların da, hiç olmadık yerde ve zamanda küçük notlar okunmuş ama unutulmus anlamsız cümleler buluyorum kendime dair, hayatıma dair. O zamanlar ne cok seviyorum kendimi ve ne çok gülüyorum kendime anlatamam. Hangi hal ve ruh içerisidne yazılmış diye düşünüyorum hafiften, içeriği iyi yada kötü olsada fark etmeksizin bir gülümseme ekliyor suratıma...

Şimdi aradan bir zaman geçecek ve bu satırları okurken yine yüzümde bir gülümseme olacak ve inanıyorum ki keşke daha fazla yazsaydım diyerek iç geçireceğim. Her ne kadar keşkeleri sevmesem de. Ha yazıyorken ekliyeyim benim dil bilgisi seviyem hep kötü olmustur. Zaten yazdıklarımı da az bir kitle okuyor, istatisliklerden bakıyorum arasıra oranın yalancısıyım. Demem o ki yazım hatalarına çok takmayın keza ben pek takmıyorum harfleri ve kelimeleri tahribata uğratmadıkça sorun pek yok sanırım...

Bu kayıt için çok konuştum galiba, daha sık yazıp daha çok okumaya çalışacağım. umarım başarılı olurum...

Görüşmek üzere,

Salı, Kasım 23, 2010

Bir intihar girişimi / ruhlarımızın intiharı

Bir Mektup, bir intihar girişimi ve bir insanın kendini öldürecek olmasının insanlar üzerinde yarattığı tepki... Evet okuyacaklarınızı bizim gibi insanlar yazdı şaşırmayın!

Söz konusu mektup ve verilen tepkiler ;


Bu yazı intihar teşebbüsünde bulunan arkadaşın nick altında yazılmış olup düşmekte olduğumuz ve malesef artık garipsemediğimiz derin boşluğu anlatmaktadır..


aethewulf kullanıcı isimli yazar tarafından yazılan söz konusu yazı ;


-üniversite yıllarında, bembeyaz yüzlü, bir gün yüzüne farklı bir renk değmemiş, kapkara kömür saçlı bir arkadaşımız vardı. bir kere tebessüm etmemiş gibi, yüzünde tek bir mutluluk kırıntısı yok. allah etrafındakilere gani gani mutluluk dağıtırken, sadakası eline ulaşmamış, gözleri durgun, ağzından ses çıkmıyor, dudakları beyaz pembe bir çizgi. bir kere kahkaha atmaz, bir kere derste konuşmaz, bir şakası bir fıkrası yok. haramiler kelime hazinesine girmiş, gencecik yaşta manastıra kapanmış gibi. hepimizden uzak, dünyadan uzak, bir başına.

her sabah okulun kapısının önüne kadar türbanıyla gelir, her sabah o türbanı çıkartır. dimdik başı. küçük adımlarla bütün bahçeyi geçer, kapıdan içeri girer, doğru anfiye. kitaplarını yerleştirir, beklemeye başlar. hiç bitmez beklemesi, dersi bekler, dersin bitmesini, öbür dersin başlamasını, öğle yemeğini, akşam çıkışı. bir kere derste kaytarmaz, bir allahın günü geç kalmaz. ses yok, seda yok, haftalar geçti, o bizim aramızda bizim dünyamızdan olmayan biri.

gençler zalimdir arkadaş. gençler korkutucudur. hoyrattır, kırıcıdır, insanın içine girip paramparça edene kadar çıkmazlar. ne duracakları yeri bilirler, ne adım atacakları yeri, bütün dünya önlerine serilmiş bir kadın gibi, illa içine girecekler, illa saçlarını yolacaklar, üstüne çıkıp tepinecekler. kurşuna dizmedikleri tek bir duygu bulunmaz, bütün duygular ayaklar altında, tek bir duygu var, “böyle olması gerekir” fanatik gibi idealist, öğrendikleri, bildikleri üç beş şey var liseden yadigar, hepsini insanın kafasına kafasına vurmadan huzur bulmazlar.

her sabah türbanını çıkardığını görüp diş biliyorlar, gıcır gıcır. anfide atatürk resmi yokmuş, olay oldu. atatürk sayesinde okuyormuşuz, anfiye neden atatürk resmi konulmuyor. dekanlara çıkıldı, hocalarla tek tek görüşüldü, bir hareket bir hareket. tüm devlet dairelerinde, tüm okullarda, tüm işyerlerinde var, anfide neden yok? lisede bile varmış, bizim anfide yok. bir ders gene bu husus tartışılıyor, anayasa hukuku hocamız çok bilge insan, 70 küsür yaşında, görmüş geçirmiş, anlatmaya çalışıyor üniversite nedir, bilgi nedir, özgürlük nedir, hür üniversite nedir. büyük tartışma çıktı. o kızın gözünün içine baka baka bağırdılar arkadaş, türbanla bu üniversiteye girenler var, atatürk’ün üniversitesine. bu binalar, bu sıralar, bu tahtalar, türbanlılar eğitim alsın diye mi yapıldı, çağdaş ülkemizde? apaydınlık yarınlara inanmayan bu gerikafalılar burada ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşacak, ulu önderimizin de burada bir resmi bile olmayacak!

oturuyor, gözleri kıpkırmızı, tek bir kere ağzını açıp bir şey söylemedi. ben de varım dahi demedi. başı önde, anasını kaybetmiş ceylan gibi orada duruyor, tir tir. duydukları kulaklarına ağır geliyor, başını öne eğiyor, tekrar kaldırıyor. nereye sığınacağını, kaçacağını, kaybolup gideceğini bilemeyen bir yıldız gibi, kaysa kayamaz, yok olsa yokolamaz, bembeyaz parlıyor. atatürk’ün cumhuriyetinde! atatürk’ün üniversitesinde! atatürk’ün resmi yok! türbanlılar içeride! gericiler, şeriatçılar, ilkel insanlar!

nasıl kayboluyor vicdanı insanın arkadaş? utanç elbisesini ne zaman çıkartıyorsun da böyle elinde kılıçlarla dolaşan bir barbara dönüşüyorsun? kardeşini katletmeye hazır, ağzında kan tadı, onun utancıyla seviniyor, kıpkırmızı gözlerinde zaferi hissediyorsun? o arenanın ortasında, her tarafından bıçaklar giriyor, hakaret hakaret. tık demedi. başı önde, sımsıkı sarılmış kitabına, tırnaklarını geçirecek. yüzünde nefret yok, öfke yok, saf korku. başına bir şey gelecek korkusu, duyduklarından yaşadığı sıkıntı, bembeyaz yüzü daha da soldu, rakı gibi uçuk beyaz oldu. atatürk’ün aydınlık üniversitesinde! hakim olacaklar! savcı olacaklar! cumhuriyet düşmanları!

sözler büyülü arkadaş. sözler ağızdan çıkıyor, bir başka kulağa gidiyor, kalbi hızlandırıyor, tansiyonu çıkartıyor. kan dolaşımının bir parçası olup, eroin gibi insanın aklını başından alıyor. o belagatın şehveti. hiçbir şeyde tadı yok, hakaretin iktidarı: içine girmiş ve kanırtmış gibi, bir kere başladın mı patlamadan duramazsın.

işte orada dedi parmakla göstere göstere. işte orada. alaycı yüzler; kaypak yüzler, öfkeli yüzler, intikamcı, hırslı, parça parça etmek için döndüler. yerinden kalkamadı, mıh gibi kaldı orada, arkasını bile dönemedi. başı önde, kapkara saçları dağınık, mavi çantasında türbanı. çıkartmak yetmez, kabul etmek yetmez, biat etmek yetmez, direnmeyeceksin de, vereceksin kendini, her şeyini, büsbütün çırılçıplak kalacaksın ve seveceksin sana yapılanı. farklı olamazsın, başka olamazsın, bizim inandıklarımızdan başka bir şeye inanamazsın, bizim sevdiklerimizden başka bir şeyi sevemezsin. iktidarımızı yarrak gibi yiyecek ve tadını seveceksin. isteyeceksin onu, kendini bırakmayı, koyvermeyi. bu okullar, bu binalar, bu sıralar bunun için var. “hem türbanlı olup hem de nasıl okunur?”

bir insanı yok eden nedir? ne parçalar içimizi, bizi bir posa gibi bırakır? inandıklarımız değil, inandığımıza inanılmaması. saf, temiz, masum duygularla sarılsak imanımıza, imanımız onların elinde parçalanır, kaybolmuşluğumuz, yalnızlığımız, kabul edilmeye olan açlığımız kemiklerinden sıyrılır. esasında inanmıyoruzdur, amacımız farklıdır, kendimizi göstermek istiyoruzdur, ilgi çekmek, allahın belası bir güdü. en kötü şeylerle yargılarlar bizi, samimiyetimize asla inanmazlar. orada yapayalnız kalırsın bir anda: şeriat getirmek isteyen, takiye yapan, esasında müslüman da olmayan ama öyle gözükmeye çalışan bir istismarcı. yapayalnız, tek başına, ağzını açmanın imkanı yok, anlatamazsın. senin saf duyguların kulaklarında yalan olur, yaşadığın tüm hayat riya.

hoca araya girdi, dedi ki, bu ülke hepimizin ülkesi. hepimizin. bu okul, bu sıralar, bu binalar, hepimiz için var. kim olursak olalım, bu ülkede yaşayan herkes için. biz yoksak bir anlamı da yok. arkadaşınız kurallara uyuyor. bir düşman değil, bu ülkenin bir insanı. yeter. nasıl hastaneye gitsek, karakola gitsek, bu ülkenin kurumları hizmet vermek zorundaysa burada da öyle, çünkü bunların hepsi bizim için var.

renk geldi yüzüne, başı dikleşti. maruz kaldığı nefretin ortasında bir sevgi adacığı görünce yüreği huzur mu buldu, merhamet mi, şefkat mi, arkaya döndü, gözlerinde bir gram öfke yok, yalnızca tereddüt, geçecek mi? bir daha olacak mı? bitti mi?

arkadaş ne zalimler?

bir insanı boğaz köprüsüne çıkartan duygu nedir? ne kadar basit söylüyorlar. ilgi çekmek. ilgi çekmenin amına koyayım. hangi insan istemiyor ilgi? şu kimsenin sevilmediği, çocukların babalarından dayak yediği ülkede kim istemiyor bir saniye biri tarafından sevilmeyi? herkesin herkese öfkeyle baktığı, azcık gözünün içine baksan tornavidayı böğrüne yediğin caddelerde kim korkmadan yürüyor, kim rahat, kim huzurlu? herkesin yargılandığı ve kimsenin sınavı geçemediği bu ülkede, yarış atı gibi birbiriyle yarışan çocuklar top dahi oynayamıyor sokakta. herkes kafayı yemiş gibi çoktan seçmeli sorulara gömülmüş. hayat bu mu? kendi yaşıtlarıyla bir kere bahçede koşmayan, bir kere evinden çıkıp da coca cola tenekesiyle maç yapmayan veletler düşman gibi bakıyorlar birbirlerine, hangisi daha çok net yapacak, hangisi daha önde..

lisede rakibiz, üniversitede, iş hayatında, iktidarda, iktidar dışında, okuduğumuz gazetede bile. her şey ölçülüyor, hem de her yerde. sevilmek için bütün rakamlarını ortaya koymak zorundasın. daha çok net, daha iyi puanlar.. daha çok bira içmeli, daha çok entry girmeli, şukelanın dibine vurmalı, twitterda follower yapmalı, banka hesabını şişirmeli, garajını arabalarla doldurmalı, daha güzel karıları götürmeli, daha çok gece dışarı çıkmalı, hayvanlar gibi para harcamalı, zirveden zirveye koşmalı, bir an huzur bulmamalısın. yarış devamlı. sürekli.

meth sevilmek istiyormuş. allahım ne büyük günah! açıklamaya bak. sevilmek istediği için intihar edenlerin hikayeleriyle dolu edebiyat, hiç biri yalnızca sevilme isteğini bunun sebebi gösterecek kadar adileşmedi. bir insanı bir köprüye çıkartan bütün bir hayattır, kırgınlıkları, birikimleri, acıları, öfkeleri, kaybolmuşluğu, yenilmişliği. bütün gün bizi yenmek için kudurmuş bir toplumda yapayalnız kalmış, tek bir oksijen bile bulamamış bir insan, isyan etmek için o ayaklıklara sarılır, sevilmek için değil. başka nedenler de var ama asla tek bir sebeple değil, hepsiyle, bütünüyle, kümülatifiyle.

çakal gibi, yaralıyı gördüler mi kan kokusuna dayanmıyorlar. nasıl sarmışlar etrafını. midem bulandı. kafayı mı yediniz? şurada okuduğunuz 3 tane entry, 5 tane yorumla bir insanı nasıl yargılarsınız? bir insan her gün koca bir hayatı yaşar. geçmişiyle yaşar, ümitleriyle, hayalleriyle, dolu dolu bir gelecek tasavvuruyla yaşar. bir gün nedir? 24 saat ancak diğer günlerle bağlantılı olunca anlamlı. insanlar kelebek değil arkadaş, tek günden ibaret değil ömrü, bütün bir ömürle yaşar o bir tek günü.

yapayalnız, orada tek başına, sarılmış bir korkuluğa. bu nasıl bir ülke lan? bu nasıl bir toplum? biz kendi kardeşlerimizi böyle bir başına bırakacak bir hale nasıl geldik? iğreniyorum, nefret ediyorum bu ülkenin bu yapayalnızlaştırıcı sisteminden. insanı kardeşlerinden kopartan, sevdiklerinden kopartan, colossus gibi tek başına durmak zorunda bırakan bu rejim hepimizi tüketiyor. küçükken yaşıtlarınla yarış, okuldayken sınıf arkadaşlarınla, iş hayatında iş arkadaşlarınla, tek başına, bir başına hep ayakta dur. bir kere ayağın takılsın, bir kere tökezle, paramparçasın.

insan böyle bir hayvan değil arkadaş. milyonlarca yıldır toplum içinde yaşıyoruz, başkalarıyla beraber, paylaşarak, bölüşerek, omuz omuza durarak, yan yana gelerek, beraber çalışarak başardık ne başardıysak. kardeşlerimizi kuzu gibi kurtların ortasına atıp o parçalanırken kaçıp da kurtulmak değil medeniyet. hiç olmadı. bu şehirler, bu sokaklar, bu caddeler, bu koca devlet bile insan insanı korusun, kollasın, hizmet etsin diye var. bir kardeşi hayatına son verirken “ilgi çekmek istiyor, sevgiye aç, şov yapıyor” diyecek soğukkanlı kötümserlik insan denilen yaratığı öldürür. sonra toplumu, hayatı, birlikte yaşamı, değerleri yok eder. herkesin bir başına bütün dünyadaki türdeşlerine karşı vampir gibi savaştığı bir karanlık senaryo hepimizin ruhunu kurutur. çoktan seçmeli soruların başında duran ve sürekli kardeşlerini ısırmaya çalışan acaip vahşilere döneriz. yamyam gibi yeriz birbirimizi.

devletin yolunu meşgul etmiş, polisleri oyalamış, trafiği sıkıştırmış. neredeyse intihar etse şükredecek. bir zamanlar, gene bu ülkede, vatandaşın biri dama çıkmıştı, aşağıda millet toplanmış atla atla diye bağırıyordu. ruhsuz orospu çocuğu eğlencesi. vandallar gibi kan görmek istiyorlar, ölüm görmek, pornografik bir ihtiyaç. birilerinin bağırsakları yola saçılmayınca mutsuz olacaklar. adam aşağı atlamadı, yuhalamaya başladılar. adam kendini öldürse, ortalarına düşse, beyni parçalansa, kan damarlarından patlayıp yüzlerine saçılsa ilkel zamanların insanları gibi sevinecekler. kopan bacaklar, savrulan dişler, ortadan ikiye karpuz gibi ayrılmış kafatası. bekledikleri fotoğraf bu. ölümle mutlu olmak en ilkel toplumlarda bile yoktur, insanlar başka insanları kurban etmemek için boğa kurban ettiler, kuzu, koyun, ceylan ne bulurlarsa kurban ettiler. türdeşimiz, kardeşimiz, canımız, akrabamız ölünce kafayı yeriz. savaşçılar kardeşlerini savaş alanında kurtardığı için kutsanır, ölenlere saygı duyulur cesetleri toplanır. savaşın kötülüğü, acımasızlığı, ilkelliği, rezaleti üzerine bronz çağından beri yazılmadık, söylenmedik şey kalmadı. ölüm görmek, daha da fazla insanın ölmesi için yapayalnız bir insanı suçlayacak kadar kimse alçalmadı.

bu yollar, bu siktiğimin köprüsü, bu polis hepsi meth için var. hepsini meth için yaptık. methler rahat rahat bir yerden bir yere seyahat etsin, konforlu ve huzurlu bir şekilde dolaşsınlar diye var o duble yollar, otobanlar. polis, bir başka kardeşimize yardım etmek için kuruldu, kimse garip olmasın, bir başına kalmasın diye arkasına koca bir teşkilat kurduk. herkesden güçlü, her bireyden daha pazulu, hepsinin kafasını kıracak silahlarla donattık. bu ülkedeki en mazlumun, en güçsüzün, en biçarenin yanında kapı gibi dursun diye verilmedik yetki bırakmadık. polis önce mazlumların, güçsüzlerin, gariplerin koruyucusudur. meth’in derdi varsa derman olacak. meth yoksa, methler yoksa, biz yoksak polis yok, yol yok, köprü yok hiç biri yok. hiçbirinin anlamı yok.

kardeşim, iyi misin kötü müsün bilmiyorum. böyle çakalların arasında bir başına, tek başına kalmışın, sesin soluğun çıkmaz, derdin umman mıdır, bir gençlik hezeyanı mıdır hiç birini bilmiyorum. bu ülke senin için var. bu sokaklar, bu caddeler, bu şehir hepsi senin için var. iyi ki ölmedin, iyi ki bırakmadın kendini. daha fazla ölüm, daha fazla cansız bedenle abad olmayacağız, ölülerin gözlerinin içine soğuk soğuk bakıp, canlıları da ölmedikleri için suçlamayacağız. başarısız olanlar, kaybedenler, farklı olanlar, ezilenler, merhamete, azıcık sevgiye, birazcık ilgiye muhtaç olanlar, bu ülkenin demir gibi üstünden geçip ruhunu ezdiği bütün o kıymetli yeryüzü halifeleri, dualarınızla, umutlarınızla, hayallerinizle, korkularınızla ayakta duruyor bu ülke. güçlülerden, ezenlerden, parçalayanlardan, zalimlerden ve onlara özenen çoluk çocuğun kül rengi sözlerinden hepimize gına geldi. puşt gibi, yaratık gibi, orospu çocuğu gibi konuşuyor, yargılıyor, hüküm veriyor, daha da itiyorlar sizi. gideceğiniz bir yer yok, buralar hep sizin. tapusu sizin. bırakmayın kardeşim, bu ağaçları, bu bulutları, bu güzel denizleri, balık ekmekleri bırakmayın. balçığa bulanmış adamların lafları ne kadar kaplasa da gökyüzünü, arkasındaki güneş gibi parlayın be kardeşim, onlar da sizin parlamanıza muhtaç, siz ışık vermedikçe ne kadar karanlık olduklarını dahi anlayamazlar.

Çarşamba, Haziran 16, 2010

Görmemişim / Duymamışım

Güzel bir şarkı çalıyor arka fonda ben bunları yazarken, hiç dinlememiştim yeni duyuyorum bu ikinci tekrarı şarkının.

Bu aralar hep kulaklarımda sesin yankılanıyor, ismini söylüyor birileri , şaka gibi sanki anlatamam.
Duvarlarım yükseliyor ara sıra etrafımda koca koca, birileri hiç yorulmadan sorular soruyor bende hepsine bir cevap bulmaya çabalıyorum bıkmadan usanmadan düşünebiliyor musun.
bir sürü soruya sabırla cevap veriyorum her şeyden sıkılan ben…. 

Bir sınav gibi mi bakıyorum acaba sonunda tüm soruları bilene büyük hediye verirler ümidiyle, 
hediyelerin hangisi beni mutlu eder bu aralar hiç düşünmedim aslında, 
İngilizce sorunumu halletsem mesela çok mutlu olurum ama onu başarınca da bir önemi kalmaz ise ne olacak? Hep yeni bir hedef yeni bir şeyler mi lazım, okul bitti mutlu olduk yetmedi, askerlik bitti mutlu olduk, 
hayallerim var yapınca mutlu olacağımı düşündüğüm, acaba hiç uğraşmasam mı kısa sürecekse sevinçlerim… 

Hı ne dersin? 
Var mı bir fikrin? 

Yok yok cevabını bile bile yazıyorum asıl sebebini sorularımın, söylemeye korkuyorum, itiraf etmek zor geliyor, sende biliyorsun kuzum, burada olsan hemen söylerdin..

Galiba yoksun !!!


Pardon !!! Sizi tanıyabilir miyim?


Böle bir yazı daha önce hiç yazmadım aslında uzun zamandır bir şeyler yazmadım, ilk günden beri ara ara profiline takılır kalırdım, her köşesinden ayrı bir şey fırlayabiliyor, kenara kıyıya gülücükler sıkışmış bazılarına denk geliyorum. Sanki bir karnaval alanı, bir eğlence gırla gidiyor her an her dakika, kapıda duruyorum aslında girişte ücretli değil sanırım içerde bana bir şeyde yapmazlar yada kapıdan geri çevrilirim korkusu mu güdüyorum bilemedim açıkcası. yoksa cool erkeğimi oynuyorum. İlla biri davet edecek beni, hep seyirci olmak bana göre değil aslında ama herkesin girdiği kapıdan girmekte içime sinmiyor. İçimde bir asilik mi ne var, duvardan mı atlasam acaba?

Ya biri görürde sen kimsin derse?

Verebileceğim bir cevap yok sanırım. Bir dayanağım yok ben bu hanımın buradan arkadaşıyım diyemem, yalancı çıkarım değil mi?

Gerçekten yalancı çıkarır mısın beni?

Yada son kontenjanda benden önce dolmuş diye mi endişeleniyorum bilemedim şimdi :s


Bir sürü insan herkes bir yerlerden bir şeyler yazıyor, bir şeyler istiyor. Kimi biraz zaman, kimisi biraz ilgi yâda başka bir şeyler. Gerçi herkese ve hepsine yetebiliyor musun? Çok merak ediyorum, ama sanırım yetiyorsun, ara sıra sitem edenler olsa da fazla sürmüyor dayanamıyorlar… Demek bir şeyler alıyorlar ki sürekli bir sevgi bir mutluluk serpiyorlar, sanki envai çeşit çiçek yaprakları dökülüyor basından aşağı…

Yoksa ben mi çok güzel bakıyorum?

Kafam çok çabuk karışır, kelimeler uçup gitmesin diye çok dua ediyorum şu an, profiline bakıyorum, birde Teoman dinliyorum sürekli çok iyi geliyor… Bu güne kadar konuştuğumuz muhabbetin sayısı iki elimdeki parmaklarımdan az ama aklımı çok meşgul etti bunlar.. Ve en kötüsü de öylece arkadaşlarımın arasında yer almana rağmen hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmeyişim. Süs olsun diye, arkadaş sayım çok olsun diye halden hale girenlerden değilim… Bir çok şeyi içimde yaşar içimde hallederim, susmalarım meşhurdur lakin bu sefer susmayacağım…


Salı, Ocak 19, 2010

Asker(lik)...



Evet askerdeyim, kısa bir süre sonra birşeyler karalayacağım tamamı bana ait tespitlerden oluşan bir metin :D sayfanın en alt kısmındaki yazıyı düzeltme vakti geldi sanırım :p

ek/ilave/ne derseniz artık : tespitlerimi kendime saklamaya karar verdim, askerlik işte ne diyebilirim ki

Blogumu takip eden yok farkındayım, evet ben kendi kendime konusuyorum :))