Salı, Eylül 29, 2009

Bir Kutu Dolusu Yaşam Gönderiyorum Sana


Bir kutu dolusu yasam gönderiyorum sana, sade bir kurdeleyle süslenmis. Çöz kurdeleyi ve kaldir yavasça
kutunun kapagini...
Kocaman bir firça ve bin renk koydum kutuya bir cennet resmi yapip içine gir diye... Düsler serpistirdim
gizlice, düs kurmayi
unutma diye. Bir tanede elma sekeri yerlestirdim, içindeki çocugu yeniden tadabil diye... Günesin batisini,
billur suyun sesini,
kirmiziyi gelinciklerin safligini, taze ekmegin kokusunu ve bir gülümsemenin sicakligini da sigdirdim. Ruhlarimiz
aç kalmasin
diye... Kutuya biraz da sevecenlik koydum, güçlü ol diye, çünkü acimasiz olan güçsüzdür.
Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu
kutuya, barisi ve özgürlügü sunmak için.... Bir buket sevgi, bir yudum ask ve yarim bir elma da
koymadan edemedim. Paylasmayi
animsayalim diye... Sevdiklerimize onlari sevdigimizi söylemek için yarini beklemeyelim. Hemen simdi bunu yapalim
diye...
Içtenligi, umudu neseyi, bagislayiciligi, özgüveni ve açik yürekliligi unutmadim, "Ben" in disina
çikip bize ulasabilelim
diye... Son olarak da bir kart ilistirdim kutuya bak bu kartta neler yaziyor. Bu kutunun kapagini her kaldirisinda yasamla
ilgili yepyeni seyler kesfedeceksin. Yasamak için yarini bekleme, al yasami kollarinin arasina ve simsiki saril yasamdan
yalnizca
almak yerine ona bir seyler ver. Kisacasi bütünüyle "Insan" ol. Unutma (!) yasam dokumasi henüz tamamlanmamis,
olaganüstü
güzellikte bir duvar halisidir ve sana ait olan boslugu yalniz sen doldurabilirsin. Kimseyi kirmamak ve üzmemek
sartiyla istedigin
her seyi dene .. bir gün sonsuzlugun bulutlarina oturdugunda ne aklin kalsin ne de kirik bir yürek....

Beynin Gücü

Nick adında bir demiryolu işçisinin öyküsü bu.. Nick, güçlü, sağlıklı bir işçi.. Manevra sahasında çalışıyor... Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini mükemmel yapan güvenilir bir insan.. Ne var ki, kötümser biri O.. Her şeyin en kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden hep korkar.. Bir yaz günü, tren isçileri ustabaşının doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılırlar.. Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan soğutucu bir vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır... Kapı yalnızca dışardan açılıp kapandığından içeride kilitli kalır.. Nick, kapıyı tekmeler, bağırır ama sesini kimseye duyuramaz. Nick burada donarak öleceğinden korkmaya başlar. "Eğer buradan çıkamazsam, burada kaskatı donacağım" diye düşünmeye baslar.. İçeride yarısı yırtılmış bir karton kutunun içine girer. Titremeye baslar... Eline geçirdiği bir kağıda, karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: "Çok soğuk! Bedenim hissizleşmeye başladı! Bir uyuyabilsem! Bunlar benim son sözlerim olabilir." Ertesi gün soğutucu vagonun kapısını açan isçiler, Nick'in donmuş bedenini bulurlar. Yapılan otopsi, O'nun donarak oldugunu gösterir! Bu olayı olağanüstü yapan nedir biliyor musunuz?... Soğutucu vagonun soğutma motoru bozuk ve çalışmıyordur aslında!... Vagonun içindeki ısı da 18 santigrat derecede idi. Ve vagonda bol bol hava vardı!.. Nick'in korkusu, kendini gerçekleştiren kehanet olmuştu! Çünkü Nick kendini donacağına hipnozlamıştı adeta!.. İşte bu beynin müthiş gücüdür!

İyi veya kötü.... Her iki durumda da kullanmak, onu programlamak bizim elimizde! Netice olarak insanları müspet manada meselelere motive edebilirsek her şey yapılabilir......

Bir Otomobil 80 KM/H Sabit Hızla Duvara Çarparsa ?

BİR OTOMOBİL 80 KM-H SABİT HIZLA DUVARA ÇARPIYOR.


İŞTE OLAYIN GELİŞİMİ...


- Çarpışmadan 26 milisaniye sonra ön tamponlar araca gömülür.


- Araç kendi ağırlığının 30 kati kadar bir kuvvetle frenlenir.


- sürücü ve yolcular kemer ile bağlı değillerse 80 km sürat ile araç içinde harekete devam ederler.


- 39 milisaniye sonra sürücü koltuğuyla beraber 15 cm öne doğru fırlamıştır.


- 44 milisaniye sonra sürücü göğüs kafesiyle direksiyona çarpar.


- 50 milisaniye sonra araç ve içindekiler üzerinde etkiyen yavaşlatıcı kuvvet 80 G ye ulaşır (yani kendi ağırlıklarının 80 kati büyüklükte bir kuvvet üzerlerinde etkir)


- 68 milisaniye sonra sürücü 9 TONLUK bir kuvvetle gösterge paneline çarpar.


- 92 milisaniye sonra sürücü yanındaki yolcuyla beraber ayni anda kafasını ön cama çarpar,yolcu bu çarpmayla kafasına ölümcül bir darbe alarak camdan dışarıya fırlar.


-100 milisaniye sonra direksiyon tarafından tutulan sürücü tekrar aracın içine düşer,o anda ÖLMÜSTÜR.


- 110 milisaniye sonra araç yavaşça geriye çekilmeye baslar.


- 113 milisaniye sonra sürücünün arkasında oturan yolcu sürücü seviyesine yükselir ve kafasıyla sert bir darbe yapar ayni anda kendiside ölümcül bir darbe almıştır.


- 150 milisaniye sonra tekrar sessizlik egemen olur cam,çelik,plastik parçaları yere düşer.


- 200 milisaniyeden daha kısa bir süre içerisinde her şey biter.


- Ortaya çıkan enerji inanılmazdır.80 km/h hızda ortalama 1 ton ağırlığındaki bir otomobili 30 metre yukarıya fırlatabilir.






LÜTFEN OTOMOBIL HAREKET ETMEDEN ÖNCE EMNIYET KEMERINI TAKIN.

Fıkra : Dilsiz tercüman



Mafya babasi haraçlarini toplamasi için yeni bir tetikçi buldu. seçtigi adam sagir ve dilsizdi. Çünkü baba, bu tetikçi yakalanirsa polise fazla bir sey anlatmasi mümkün olamaz, diye düsünüyordu. Baba, bir gün ödemelerin geciktigini fark etti ve tetikçiyi odasina aldirtti, bir de isaret dilini bilen tercüman buldular. 
Tercüman isaretle sordu: 

- 'Para nerede?' 
Sagir dilsiz isaretle yanit verdi: 
- 'Ne parasi? Benim paradan maradan haberim yok. Neden bahsettiginizi anlamiyorum.' 
Tercüman tercüme etti: - 'Neden bahsettiginizi anlamiyormus.' 
Baba 38'ligi koltuk altindan çekip sagir dilsizin beynine dayadi: 
- 'Simdi sor bakalim, para nerede.' 
Tercüman isaretle sordu: 
- 'Para nerede?' 
Sagir-dilsiz kan ter içinde isaretle yanit verdi: 
- 'Sehir merkezindeki parkta, büyük heykelin oldugu kapidan girince soldan 3. agacin kovugunda yüz bin dolar var.' 
- 'Ne söyledi?' dedi Baba. 
Tercüman yanitladi: 
- 'Dedi ki, hala neden bahsettiginizi anlamiyormus, ayrica o tetigi çekmek de biraz g.. istermis.'

Bir aŞk hikayesi...





















10. Sinif


Ingilizce dersinde yanimda bir kiz oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadasim' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarina bakip onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalkti ve geçen gün sinifta olmadigi için o günün notlarini istedi ona notlari verirken bana tesekkür etti ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


11. Sinif


Telefonum çaldi, arayan oydu ve agliyordu bana askin nasil kalbini kirdigini anlatti, beni evine çagirdi, yalniz kalmak istemedigini söyledi, bende tabiki gittim, koltuga, onun yanina oturdum, güzel gözlerine bakmaya basladim ve onun benim olmasini diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi basladi ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her sey için tesekkür etti ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Son Sinif


Mezuniyet balosundan bir gün önce yanima geldi ve "çiktigim çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çiktigim biri yoktu ve 7. sinifta birbirimize söz vermistik eger çiktigimiz biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadas" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o aksam çok güzeldi, her sey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapisinin önüne kadar biraktim, kapinin önünde ona baktim o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek bakti. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum, bana "hayatimin en güzel zamanini geçirdigini" söyledi ve yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çatti...


Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çikarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanima geldi ve aglayarak bana sarildi sonra basini omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadasimsin, tesekkürler" deyip yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Aradan yillar geçti...


Bir kilisedeyim ve o kizin nikahini izliyorum... evet artik evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatina girmesini izledim, baska bir adamla evli olarak. Onun benim olmasini istiyordum... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Yeni hayatina girmeden önce yanima geldi ve "nikahima geldin tesekkürler" deyip yanagimdan öptü. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum...


Yillar çok çabuk geçti...


Su an benim bir zamanlar en iyi arkadasim olan kizin tabutuna bakiyorum, esyalari toplanirken lise yillarinda yazdigi günlügü ortaya çikti... Hemen günlügünü aldim ve günlükte okudugum satirlar söyleydi...


"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasini diledim... Ama o bana benim ona baktigim gözle bakmiyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadas olarak istemedigimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utaniyordum... Keske bana beni bir kez sevdigini söyleseydi..."

Umursadığım insanlara


       Michael herkesin imrendiği biriydi. Her zaman neşeliydi ve çevresine hep olumlu seyler söylerdi. Birisi ona nasıl olduğunu sorduğunda:
-Daha iyi olamazdım diye
yanıtlardı.
 

       Doğal bir motivatördü. Eğer çalışanlardan birisi işyerinde kötü bir gün geçirmişse, Michael Ona, durumun olumlu taraflarına bakmasını söylerdi. Michaelin bu tarzı beni çok meraklandırdı, ve bir gün Michaela gidip sordum;
-Anlamıyorum! Her zaman nasıl bu kadar pozitif biri olabiliyorsunı Bunu nasıl yapıyorsunı


Michael yanıtladı: 

 
-Her sabah kalktığımda kendime diyorum ki: Bugün iki seçeneğin var: Ya iyi bir ruh halinde olabilirsin ya da kötü bir ruh halinde, seçimini yap. Ben de iyi bir ruh halinde olmayı tercih ediyorum. Kötü bir şey olduğunda, ya kendimi kurban olarak görebilirim ya da bu durumdan bir şey öğrenebilirim. Ben de bir şey öğrenmeyi tercih ediyorum. Ne zaman birisi bana derdini anlatsa, Onu sadece dinleyebilir, ya da hayatın olumlu taraflarını gösterebilirim. Ben de ikincisini tercih ediyorum. 

 
Itiraz ettim: 

 
-Hayir bu kadar da basit değil.
-Evet bu kadar basit,
 

Michael yanıtladı ve devam etti: 
 
Yaşam seçeneklerden ibarettir. Gereksiz ayrıntıları bir kenara
bıraktığında her durumun bir seçenek olduğunu görürsün. Olaylara nasıl tepki vereceğini sen seçersin.İnsanların senin ruh halini nasıl etkileyeceğini kendin seçersin. Nasıl bir ruh hali içinde
olacağını kendin seçersin.Hayatını nasıl yaşayacağın da senin seçimine bağlıdır.
Michaelin söyledikleri üzerinde uzun uzun düşündüm. Bir süre sonra kendi işime başlamak için işyerinden ayrıldım. Birbirimizle teması kaybettik, fakat hayat hakkında bir seçim yapacağım sırada sık sık onu ve hayata bakiş şeklini düşündüm. Bir kaç yıl sonra, Michaelin ciddi bir iş kazası
geçirdiğini duydum. 18 saatlik bir ameliyat ve yogun bakımdan sonra, Michael sırtına yerlestirilmiş demir çubuklarla hastaneden taburcu edilmisti. Kazadan 6 ay sonra Michaeli gördüm. Kendini nasıl hissettiğini sorduğumda, 

 
-Daha iyi olamazdım, yara izlerimi görmek ister miydin ?

 
diye şakayla karışık yanıtladı. Teklifini reddettim, ama kaza sırasında beyninden neler geçtiğini kendisine sordum. Michael yanıtladı
İlk aklıma gelen şey yeni doğacak kızımın sağlığı oldu. Yerde yatarken iki seçeneğim olduğunu düşündüm. Ya yaşayacaktım, ya da ölecek. Ben yaşamayı tercih ettim. 

 
-Korkmadın mı? Bilincini kaybetmedin mi?diye sordum. 


Michael yanıtladı: 
 
İlkyardım görevlileri bana sürekli üzelecegimi söylediler. Fakat hastaneye getirildiğimde, doktorların hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi görünce gerçekten korktum. Gözleri adeta benim öldüğümü
haykırıyordu. O anda bir şeyler yapmam gerektiğini anladım.
 

-Ne yaptin? diye sordum. 
 
Michael yanıtladı:
İri cüsseli bir bayan hemşire bana sürekli sorular soruyordu. Benim herhangi bir şeye karşı alerjik olup olmadığımı sordu. Evet, yerçekimine karşı alerjim var diye bağırdım.Gülüsmeleri üzerine onlara dedim ki; ben yaşamayı seçiyorum. Beni ölü biri gibi değil canlı birisi gibi ameliyat edin!.
Michael hem doktorlarının yeteneği, hem de inanılmaz tavrı sayesinde yaşamayı başardı. Her gün hayatı dolu dolu yasamak için seçme hakkımız olduğunu ondan ögrendim. Yaşama olan tavır ve bakış açımız her şeydir.



Bu nedenle yarın için üzülmeyin, bırakın yarın kendisi için üzülsün. Her geçen günün kendine yetecek kadar derdi vardır. Kaldı ki, bugün, dün kaygılandınız yarındır..

Cuma, Eylül 25, 2009

Kim biLir...

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer...

Sular çekilince de karıncalar balıkları...

Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir...

Çünkü kimin kimi yiyeceğine, "suyun akışı" karar verir. 



Ne varsa içindedir senin...

-KURU AĞAÇ, BAHÇIVANA, -EY YİĞİT, HİÇBİR SUÇUM YOKKEN NE DİYE BAŞIMI KESİYORSUN DER. BAHÇIVANSA, -SUS A ÇİRKİN HUYLU DER;
-KURULUĞUN SUÇ OLARAK YETMİYOR MU SANA!

(HZ. MEVLANA-MESNEVİ)
 
Çocukluktan başlayarak kalp, ruh ve beyin topraklarımıza sayısız duygu, düşünce ve latife tohumları ekilir. Tohumun karakteri ve kalitesi neyse elde edilecekler de o kadardır. İşi baştan ciddi tutmak gerekir. Bir dünya toprağına tohum ekerken ne kadar hassas davranırız; toprağın sürülmesi, ıslah edilmesi, tohum seçimi, gübreleme, sulama, sonraki aşamalarda itinalı bakım, Kişilik toprağımız, dünya toprağından daha hassas bir bakıma muhtaçtır. Dünya toprağına kök salmış bir dikeni, zakkumu, ayrık otunu kökünden söküp ondan kurtulmak kolaydır; ama kişilik toprağında uç vermiş duygular, düşünceler kolay kolay sökülüp atılamaz.

Sana, kuru ağaçtan beter kötü duyguların için ayıplama gelirse, yerinde bil ve ayıplayanlara teşekkür et. Bu duygularını budamanın en önemli gerekçesi bunların ?kötü? olmasıdır. Ayıplama sana değil, sendeki kötü duygularadır.
Ama nedense her ikazda gururun, ?Bu bana nasıl yapılabilir?? Bahanesiyle ayaklanmıştır. Haksız olduğunu ne kadar erken öğrensen o kadar iyi olur. Şikâyet edip başkalarını suçlayacağına kökü kuruyası kötü duygularını bir an önce yok et de yerine gönüllere huzur verecek güzel huylar edin. Altın madenini nerede görseler hemen alır işler ve en seçkin süs eşyası yaparlar. Sonra da kulağa, boyuna, kola, parmağa takarlar ki bu eşsiz güzelliği herkes görsün.
Paslı demiri kim ne yapsın! Paslı demir, onu fırlatıp atan adama: "Beni neden atıyorsun." diye şikâyet edebilir mi? Şunu derler paslı demire: "Sus ey suratsız, değersizliğin, paslı oluşun atılman için yetmiyor mu?"

Altın gibi değerli ol, par par parla, seni başlara taç yapalım.?




Tez davran da duygularını, düşüncelerini el üstünde tutulan madenler gibi kıymetlendir, parlat, ki onları fırlatıp atacak bir bahane kalmasın!


İçinde bulunduğun anı yaşa !!!

Şu gerçeği unutmayın! Tek önemli vakit vardır; içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir. Çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur. Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok hüzün duyanlardır. Hayatımız kaybedilen fırsatlarla doludur. Aslında iyi kullanılacak olsa, ömür hiç kısa değil.
En büyük tasarruf, zamandan yapılandır. Gereği gibi kullansa, neler başarmaz insan.
En uyarıcı şey zamandır...
Zamanın ne işe yaradığını, insan, zamanı kalmadığında anlar. Bir fırsat doğmuşsa, onu hemen yakala. Bir saat sonrası için bile bir güvencemiz yokken, bir gün yaparım diye onu sakın sonraya bırakma!



Bir Kardelen Masalı..,

Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış. Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır, güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.  
Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler, oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.
Nergis de çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır, ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.
Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş. Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş, kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.
Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış. Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...
Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler, eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp koynunda gizlediği kutusuna atarmış.
Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı, binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.
Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış. Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.
Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş. Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...
Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş. Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor, Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.
Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.
Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş. Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.
Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler, ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.
Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği, beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış. Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.
Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya, istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki, o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.
Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş. Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.
Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla, herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.
Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş. O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak, kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan bozulup küflenmemiş mi?
Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış. Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor, diğer yandan içinde Fulya'nın yokluğundan kaynaklanan büyük bir boşlukla tüm hedef veamaçları tükenmiş bir şekilde avare esip duruyormuş...
Fulya, gördüklerine yaşadıklarına dayanamıyor büyük acılar çekiyormuş. Hele bir dahaki baharda hiçbir arkadaşının olamayacağını düşündükçe, Nergis'inin bile Rüzgâra kapılıp gittiğini görmek, onu kaybettiğini bilmek Fulya'nın büyük üzüntülerle hastalanmasına neden olmuş. O incecik zarif boynu bükülmüş, günden güne sararıp solmuş. Doğa anne üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor en değerli yavrusunun gözünün önünde eriyip gitmesini, hastalıktan ölecek hale gelmesini önleyecek çareler arıyormuş. En sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen Dağ Fulyası'nın yanına gelerek, onun vaktinden çok önce uyumaya başlaması gerektiğini söylemiş.
Fulya çiçek derin üzüntülerle minicik yüreği çok yorgun olduğundan henüz daha bahar aylarında olmasına rağmen annesinin kollarında kolayca uyumuş.. Günler haftalar aylar boyunca hiç uyanmamış.. Böylece tüm yaz ve sonbahar aylarını uykuda geçiren Fulya bir gün kulağında Doğa annesinin tatlı mırıltılarını duyarak gözlerini açmış. Yüreğinin nedenini henüz bilemediği büyük bir huzur ve mutluluk ile dolu olduğunu hissediyormuş. Gördüklerini anlamaya çalışıyor, muazzam bir beyazlığın ortasında gözleri kamaşıyormuş.
Adeta tüm evren, bu güzel ve cesur çiçeğin yüreğini huzurla doldurmak istercesine büyük bir sessizlik içindeymiş. Karların Prensi ise büyük bir şaşkınlıkla kardan pelerinin altından adeta yüreğini delip çıkan bu çiçek karşısında nefesi tutulmuş, gözlerine inanamayarak bu güzel çiçeğin yaşama yeniden gülümsemesini izliyormuş. Hayatında ilk kez böylesine güzel bir çiçekle karşılaşmış. Zaten zavallıcık hayatı boyunca hiç çiçek bile göremiyormuş ki, kış boyunca doğadaki tüm canlılar kış uykusuna yatar, her yer derin bir sessizliğe gömülürmüş. Fulya da doğaya böylesine muazzam güzellikler veren ve büyük bir huzur içinde uyumasını sağlayan karlar prensine mutlulukla gülümsüyormuş.
Tüm ruhu ve incecik zarif gövdesi ile sadece karlar prensine yönelmiş, gözleri sadece onu görsün, yüreği sadece on duysun istemiş. İşte; o günden beri tüm doğa, Dağ Fulyasına KARDELEN demeye başlamış. Zira, karları delip yeryüzüne çıkabilen tek çiçek Kardelen olmuş. Karların ve Karlar Prensi'nin tek çiçeği ... Kardelenle Karlar prensi birbirlerine hiç beklemedikleri bir anda kavuşmanın sevinci ile sonsuza dek büyük bir mutlulukla yaşamışlar...

Acele Karar Vermeyin...

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..

Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler... İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

" Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "

Acele karar vermeyin. 








Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

Ömrüm...

Hüznün En Zemheri Soğuğunu Yaşıyor Şimdi Ömrüm...
Tebessümlerini Kaybetmiş Yanaklarım..Ruhum Firarda...
Rahman a Yasladım Umutlarımı..Baharını Beklerken Gönlüm..
Amansız Girdablara Düştümse de İsyanım Olmaz Asla..

Hasretin...Çöl Kuraklığı Gibi Yanar Yüreğimde..Yar..
Kurşuni Sızılarla Gömülür Bedenim..Karanlığa..
Suskunluk Çöktü Üzerime..Lal Oldum..Sustu Yüreğimde ki Zar..

Takatim Kalmadı..Tükendim..Bittim ...
 
Notcuk : [Siz yinede bu yazılanlara kapılıp bunalım yapmayın]     (:

Bir düş, Bir umut, Bir son

Kaderimize yazılan acı bir öykünün kahramanı olmaktı,
Kimsesizlik bitip tükenmekti öksüz akşamlarda.
Sensizlik boğuşmaktı dinmeyen fırtınalarda,
Sevmek yalan olduğunu bile bile gerçeklerine inanmaktı.
Yokluğun geceleri hasret kalmaktı uykulara.
Yaşanmayan günler şimdi kilitli kapıların ardında,
Delilik karla kaplı yollarda ayak izlerini aramaktı.
Kabullenişim, yetim bir çocuğun boyun büküşüydü hayata,
Vazgeçmeye iten sebepler tek çıkar yoldu yalnızlığımda.
Sevda, düşlerin sınırsız, sevginin biçimsiz olmasıydı,
Buruk bir acı gibi kalakaldım karanlıklarda.
Amatör yalanlarının arasında bir ışık aradım umutla...

Sen kaderime yazılan acı öykünün kahramanı,
Sen yalanların içinde en büyük yalancı.
Sevmek yarı ölmekse ben diğer yarımı kaybettim
Umut değilse dökülen dudaklarından ben bunu hiç haketmedim
Biliyorum senin için herşeyim.
Aslında sahte gerçeklerin arasında sadece sözlerde yaşayan bir hiçim
Kendimden vazgeçtim senin için,
Kendi doğrularımı unuttum.
Belki bir düş belki bir umuttum.

 

 
Şair der ki;

Gerçekler yalanların ardında kalmamalıydı.Ne olurdu ışığım kararmasaydı??

Postacı mı?

Adam bakmış, küçük oğlu Hz. İsa'nin resmi önünde dua ediyor.
- "Tanrım anneme, babama, büyük babama uzun ömür ver. Güle güle anneanne..."

Bir anlam verememiş bu duaya... Ancak ertesi gün acı haber gelmiş.
Anneanne sizlere ömür... Ertesi hafta adam bakmış çocuk yine duada:

- "Tanrım anneme babama uzun ömür ver. Güle güle büyükbaba..."
Ertesi gün büyük baba da ölmüş... Bir hafta sonra adam bakmış küçük çocuk yine duada:

- "Tanrım anneme uzun ömür ver. Güle güle baba..." Adam ertesi sabah
bir hastaneye gitmiş yatmış. Tetkikler, tahliller, kalp elektrosu, röntgen çekimleri...
Sapasağlam. Bakmış karısı iki gözü iki çeşme ağlıyor.

- "Ne oldu hanım?" - "Bizim postacı", demiş hanım. "Ne iyi adamdı.
Bugün haber aldım. Ölmüş!"

"Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor 

da hiç kimse kendini değiştirmeyi 

düşünmüyor."

L.Tolstoy

 

işte bu çok iyi (:

Bol bol gülümse,

hem maliyeti sıfırdır,

hem de bedeline paha biçilmez...